Trumpizm ve Yeni Sağ: Dönüşen Diskur

Trumpizm ve Yeni Sağ: Dönüşen Diskur

Giriş

Kasım 2024’te ikinci kez başkan seçilen Donald Trump, 2020 sonrası Amerikan siyasetine yön veren ve dünya genelinde tartışmaların merkezine oturan bir figür olarak tarihteki yerini almıştır. Yerkürenin en büyük gücü ABD’nin başına yeniden geçen Trump, temsil ettiği siyasi anlayış itibarıyla popülizm, ulusal muhafazakârlık, otoriterlik, toplumsal kutuplaşma, küreselleşme karşıtlığı, politik öngörülemezlik ve toplumsal cinsiyet meselelerindeki bağnaz duruşuyla günümüz sağ popülizminin küresel merkezi olarak değerlendirilebilir. Hukukun üstünlüğü ilkesini sorgulayan ve yürüttüğü siyasetle yeni bir paradigmaya işaret eden bu yaklaşım, literatürde genellikle Trumpizm olarak adlandırılmaktadır.

2025 yılı itibariyle Trumpizm, küresel ölçekte yükselen yeni sağ dalgasının hem güncel bir tezahürü hem de yeni dönüştürücü dinamiği olarak değerlendirilebilir. Yeni sağ, yalnızca ekonomik neoliberalizmin sınırlarını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda kimlik siyaseti, popülist retorik ve kültürel muhafazakârlık ekseninde yeni bir toplumsal tahayyül inşa etmeye çalışmaktadır. Trump, bu bağlamda, geleneksel elit karşıtlığını, ulusal egemenlik vurgusunu ve Amerika’yı yeniden şaha kaldırma söylemini bir araya getirerek yeni sağın temel parametrelerini somutlaştırmaktadır. Ancak Trumpizm’in bu ideolojik çerçevesi, yalnızca söylemde değil, aynı zamanda uluslararası düzende yeni sağın güç kazandığı ülkelerle kurulan ittifaklarla da kendini gösterecek gibi görünüyor. Bu bağlamda Trumpizm, yeni sağın küresel bir fenomen olarak şekillenmesinde, hem ulusal sınırlar içinde bir model hem de uluslararası sistemde zorlayıcı ve merkezi bir rol oynamaktadır.

Kasım 2024’teki seçim sürecinde, ABD toplumuna içe kapanmacı bir siyasi diskur sunan Donald Trump, Biden yönetiminin desteklediği Kamala Harris’e karşı zafer kazanarak yeniden başkanlık koltuğuna oturdu. Ukrayna-Rusya savaşı, Orta Doğu’daki gerilimler, Kuzey Afrika ve Kafkaslar’da artan çatışma dinamikleri ile Pasifikler’deki güç mücadeleleri göz önüne alındığında, Trump, küresel siyasetin en hassas dönemlerinden birinde yönetimi devralmıştır.

7 Ekim 2023’te HAMAS ile İsrail arasında patlak veren çatışmalar, kısa sürede Lübnan, Yemen, Suriye ve Irak gibi bölgelere yayılırken, İran’ı dolaylı biçimde içine çeken çok boyutlu bir kriz dinamiği yaratmıştır. Bu çatışma ortamında Trump başkanlığındaki ABD yönetimi, bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillenmesinde kilit bir rol üstlenecek gibi görünüyor.

Filistin’de HAMAS’ın siyasi ve askeri etkisini minimize etme çabaları, Lübnan’da Hizbullah’ın askeri kapasitesine yönelik baskıların artırılması ve Suriye’de rejim değişikliğinin ortaya çıkardığı yeni dinamikler, hem Trumpizm’in güvenlik odaklı dış politika söylemi hem de ABD’nin bölgedeki uzun vadeli stratejik çıkarları ile örtüşmektedir. Öte yandan, Irak’taki kırılgan siyasi yapı ve İran’ın bölgesel etki ve potansiyelini sınırlama arzusu, bu çatışma sürecinin sadece yerel değil, küresel etki ve sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir.

Trumpizm ve kararnameler: popülist, otoriter ve ulusalcı bir paradigma

Trump’ın göreve başlar başlamaz imzaladığı kararnameler, Trumpizm’in temel ideolojik unsurlarını ve siyaset anlayışını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu kararnameler, Trumpizm’in popülist, ulusalcı, otoriter ve anti-küreselci özelliklerini pekiştiren bir politika çerçevesini yansıtıyor. Trumpizm’in küreselleşme karşıtlığı, Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çıkış kararlarıyla somut bir biçimde hayata geçirilmiştir.

Bu adımlar, Trumpizm’in küresel kurumları ABD’nin çıkarlarına zarar veren, bürokratik ve etkisiz yapılar olarak değerlendirdiğini gösteriyor. Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme, ulusal ekonomik çıkarları (örneğin, fosil yakıt endüstrisini destekleme) küresel çevresel sorumlulukların önüne koyma anlayışının bir tezahürüdür. Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilme ise pandemi sonrası dönemde uluslararası dayanışmaya olan inancı sorgulayan bir hamle olarak, Trumpizm’in “Önce Amerika-America First” söylemini destekleyen bir mahiyete sahip.

Güney sınırında “ulusal acil durum” ilan edilmesi, Trumpizm’in göç karşıtı ve ulusal güvenlik odaklı söyleminin doğrudan bir sonucudur. Bu kararname, Trump’ın seçmen tabanının hassasiyetlerini hedef alırken, göçmen karşıtlığını bir “ulusal kriz” boyutuna yükseltmiştir. Trumpizm’in bu hamlesi, ABD’yi dış tehditlerden koruma söyleminin yanı sıra, içeride “öteki” olarak kodlanan göçmen grupları hedef alarak toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmiştir.

Federal kurumlarda farklı cinsel kimliklerin temsilinin sonlandırılması, Trumpizm’in kültürel muhafazakârlığının ve toplumsal cinsiyet meselelerindeki bağnaz yaklaşımının bir göstergesidir. Bu karar, Trump’ın muhafazakâr seçmen tabanına verdiği desteğin devamı niteliğinde olup, ilerici toplumsal normlara karşı bir direniş olarak değerlendirilmelidir. Bu tür politikalar, toplumsal kutuplaşmayı artırırken, Trumpizm’in geleneksel aile yapısını ve “muhafazakâr değerleri” savunan bir kimlik inşasını destekleyen siyasal paradigmasının önemli bir başlığı olarak değerlendirilebilir.

6 Ocak Kongre baskınına katılanlara af kararı, Trumpizm’in popülist karakterini ve otoriter eğilimlerinin çerçevesini anlamak açısından oldukça önem arz ediyor. Bu hamle, hukukun üstünlüğü ilkesine meydan okuyan, ancak popülist liderin kendi destekçilerine karşı sadakatini göstermek için kullandığı bir siyasi araçtır. Trumpizm’de liderin iradesi, hukukun üzerinde konumlanır ve bu durum, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve liberal demokratik normlara ciddi bir tehdit oluşturur.

Yine Trump’ın göreve başlamasıyla birlikte TikTok yasağının geçici olarak engellenmesi, Trumpizm’in ABD’nin ekonomik ve dijital egemenliğine yönelik hassasiyetlerini yansıtması açısından dikkat çekici bir başlık olarak ön plana çıkıyor. TikTok gibi platformlar, Trump yönetimi tarafından Çin ile olan rekabet bağlamında bir tehdit olarak algılanmıştır. Ancak yasağın ertelenmesi, Trump’ın pragmatik bir siyasi dengeyi gözetmek zorunda olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Trump’ın bu kararları, yalnızca ABD iç politikasını değil, uluslararası sistemi de köklü bir şekilde etkileyebilecek niteliktedir. Küresel liderlik rolünden geri çekilen bir ABD, Trumpizm ile daha korumacı ve ulusal çıkar odaklı bir dış politika izleyecektir. Bu durum, çok taraflı iş birliğinin zayıflamasına, müttefikler arasında gerilimlerin artmasına ve daha fazla güç mücadelesine yol açacaktır.

Trump’ın kişilik kültünün (personalite) muhtemel politik tezahürleri

Trump, siyasi bir figür olarak, geleneksel diplomasi ve siyasi rasyonalite çerçevesinde değerlendirilmesi zor bir liderdir. Öngörülmezliği ve pragmatik refleksleri, uluslararası siyasette yerleşik norm ve dengeleri alt üst etme potansiyeli taşıyor. Ancak bu öngörülmezlik, bir stratejisizlik hali değil, aksine Trumpizm’in karakteristiği olan kaotik düzen anlayışının ürünüdür.

Trump’ın hamleleri, büyük oranda siyasi realpolitikin ötesinde, şahsi tahayyül ve popülist retoriğin bir karışımına dayanır. Bu hamleler, uluslararası ilişkilerde belirsizliği artırırken, aynı zamanda müttefik ve rakip ülkeleri beklenmedik kararlarla karşı karşıya bırakan bir bağlama sahiptir. Örneğin, NATO üyelerini savunma harcamalarını artırmaya zorlayan sert söylemleri, hem ABD’nin ittifak ilişkilerinde çatlaklara neden olmuş hem de bu ilişkilerdeki güç dengesini kendi lehine yeniden yapılandırmayı hedeflemiştir. Bu yaklaşım, geleneksel stratejik akılcılığın sınırlarını zorlayan, ancak kişisel karizmaya dayalı popülist bir liderliğin dinamiklerini sergilemesi açısından önemlidir.

Empati, sezgi veya yumuşak diplomasi gibi kavramlar, Trump’ın siyasi tarzında işlevsiz hale gelmiştir. Onun liderliği, karşılıklı güvene dayalı diplomasi yerine güç odaklı bir ilişki ağı kurmayı hedefliyor. Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile kurduğu kişisel ilişki, bu tür bireysel güç diplomasisinin bir örneğidir. Ancak bu tarz, uzun vadeli istikrarı değil, kısa vadeli kazanımları önceleyen bir yapıyı teşvik etmektedir.

Trumpizm ve Ukrayna Krizi: realpolitik mi, popülizm mi?

Yeni Trump döneminde dünya genelinde devam eden siyasi belirsizlik ve askeri çatışmalar, uluslararası sistemi sarsmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, Ukrayna ile Rusya arasında süregelen savaş, Trump yönetiminin karşı karşıya kaldığı en kritik jeopolitik konulardan biri olarak öne çıkmaktadır. Trump’ın savaşın sonlandırılması yönündeki çağrıları, pragmatik bir çözüm arayışından çok, Trumpizm’in karakteristik dış politika yaklaşımının bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

Trump’ın Rusya’ya yönelik “savaşı sonlandır” çağrısı, bir yandan ABD’nin küresel liderlik iddiasını yeniden tesis etmeyi hedeflerken, diğer yandan geçmişteki ilişkilerine bakıldığında Rusya’ya karşı yumuşak bir duruş sergileyen siyasi tarzının bir devamı gibi görünmektedir. Bu yaklaşım, NATO müttefikleri arasında kafa karışıklığı yaratabilir ve Transatlantik ittifakın dayanıklılığına yönelik yeni soru işaretlerini beraberinde getirebilir.

Trump’ın “Önce Amerika-America First” sloganı doğrultusunda şekillenen dış politika öncelikleri, Ukrayna’daki savaşı ABD’nin doğrudan çıkarlarına indirgeme eğilimini barındırmaktadır. Bu bağlamda, Trump’ın savaşın sonlandırılmasına dair açıklamaları, bir barış çağrısından çok, Amerikan kaynaklarının bu bölgeye olan yoğun taahhütlerini azaltma hedefiyle örtüşmektedir. Ancak bu yaklaşım, savaşın tarafları ve diğer küresel güçler açısından belirsizlik yaratırken, muhtelif aktörlerin, özellikle de Çin’in bu boşluktan faydalanma riskini de beraberinde getirir.

Trump’ın başkanlık döneminde öncelikli hedeflerinden biri, Rusya ile pragmatik bir ilişki tesis ederek Ukrayna-Rusya savaşını sona erdirmek ve böylelikle dikkatini Asya-Pasifik’e yönlendirmektir. Trumpizm’in temel karakteristiği olan popülist ve pragmatik dış politika, burada da kendisini göstermektedir. Trump, bu hedef doğrultusunda Rusya’nın savaş sırasında elde ettiği topraklardan feragat etmeden Ukrayna’nın bağımsızlık ve tarafsızlık statüsünü garanti altına alacağı bir mutabakata ulaşmayı amaçlamaktadır. Bu durum, yalnızca savaşın taraflarını değil, NATO müttefikleri başta olmak üzere küresel aktörlerin güvenlik politikalarını da etkileyecektir.

Böylesi bir mutabakat çerçevesinde, Türkiye’nin arabulucu olarak öne çıkması yüksek ihtimal dâhilindedir. Türkiye’nin bu süreçte üstleneceği rol, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmişte Rusya ile kurduğu denge politikası bağlamında önem arz eder. Lakin Türkiye’nin bu arabuluculuk rolünden elde edeceği kazanç büyük oranda prestijle sınırlı kalacak gibi görünmektedir. Trump yönetimi, bu süreçte Türkiye’ye Suriye’deki Kürt yapılarına, Rojava Yönetimi’ne yönelik daha mesafeli bir politika izlemesi yönünde baskı yapabilir. ABD’nin bu yaklaşımı, hem Türkiye’nin bölgesel politikalarını sınırlandırmayı hem de Kürt unsurların jeopolitik pozisyonunu yeniden tanımlamayı hedefleyen bir stratejiyi barındırma ihtimali taşımaktadır.

Trump’ın özellikle Ukrayna konusunda izleyeceği olası politika, Trumpizm’in realpolitik ile popülist retoriği harmanlayan özgün yapısını ortaya koyacaktır. ABD’nin çıkarlarını kısa vadeli ve doğrudan fayda ekseninde değerlendiren bu yaklaşım, uluslararası hukuku ve müttefiklik ilişkilerini ikinci plana atabilir. Bu durum, özellikle Avrupa’daki müttefiklerde güven kaybına yol açarken, Çin ve Rusya gibi güçlerin bölgesel manevra alanlarını genişletmelerine de zemin hazırlayabilir.

Trumpizm ve Çin’in yükselen dengeleyici rolü

Trump’ın, Ukrayna-Rusya savaşını sona erdirme çabalarının arkasında, ABD’nin stratejik odak noktasını Asya-Pasifik bölgesine kaydırma niyeti yatmaktadır. Çin’in yükselişi, ABD için uzun vadede en büyük tehdit olarak değerlendirilmekte ve Trump yönetimi, Avrupa’da askeri angajmanları azaltarak kaynaklarını Çin ile olan rekabete tahsis etmeyi amaçlayan bir dış politika izleyecek gibi görünmektedir. Bu durum giderek Transatlantik ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabileceği gibi, ABD’nin NATO’daki liderlik rolünü de sorgulanır hale getirebilir.

Trump’ın ikinci döneminde, ABD’nin Çin ile ilişkileri, dönemin en kritik başlıklarından biri olarak öne çıkacaktır. Çin’in yükselen ekonomik gücü ve bu durumun süper güç ABD için yarattığı dengeleyici tehdit, Trump yönetiminin dış politikasında önemli bir yer tutacaktır. Bu bağlamda, Trump, Çin’e karşı daha sert bir strateji izlemek için Dışişleri Bakanı olarak Marco Rubio’yu atamıştır. Rubio’nun aşırı Çin karşıtı duruşu, ABD’nin Pekin’e yönelik ekonomik ve stratejik bir kuşatma politikası uygulama potansiyelini artırmaktadır.

Trump, Çin’in Asya’daki nüfuzunu sınırlamak için Kuzey Kore’yi Pekin’den koparma çabalarını yoğunlaştıracak ve Hindistan ile Rusya’yı ABD eksenine daha sıkı bağlamak için stratejik adımlar atma işaretleri veren biri. Bu yaklaşım, Asya-Pasifik’teki jeopolitik denklemi değiştirmeyi amaçlayan bir dizi hamleyi içeriyor. Trump’ın Çin karşısındaki bu stratejisi, yalnızca ekonomik rekabeti değil, aynı zamanda bölgedeki askeri ve diplomatik hâkimiyet mücadelesini de gündeme getirecektir. ABD, Pasifik’teki güçlü varlığını sürdürerek Çin’in yükselişine karşı denge unsuru oluşturmayı hedefleyecektir.

Trumpizm ve Orta Doğu

Trump, Orta Doğu’da vekâlet savaşlarının yarattığı tefrikayı ortadan kaldırmayı ve bölgeye yeni bir düzen tesis etmeyi hedefleyen bir dış politika izleğine sahiptir. Bu amaçla, doğrudan bir İran-İsrail barışı yerine, çatışmasızlık temelinde bir modus vivendi oluşturarak bölgedeki istikrarı sağlamak istiyor. İran’a yönelik dolaylı askeri müdahale seçeneği ise hâlâ masada, ancak Trump yönetiminin pragmatik yaklaşımı, doğrudan çatışma yerine müzakereyi ve denetimi tercih eden bir bağlamda ilerleyebilir. Bu çerçevede, İran’ın Orta Doğu’daki vekil unsurlarını tamamen geri çekmesi ve nükleer enerji meselelerinde bazı tavizler vermesi için baskı uygulanması muhtemeldir. Böyle bir taahhüdün karşılığında ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır gibi stratejik müttefikleri bölgedeki güvenliğin garantörü olarak konumlandırarak, bölgesel denetimini pekiştirmek isteyecektir.

Trump’ın Orta Doğu’daki stratejisi, Katar’ı mevcut düzene entegre etmek için bir güven testine ihtiyaç duyacaktır. Bu test, Katar’ın özellikle İran ile olan ilişkileri ve bölgedeki stratejik rolü göz önüne alındığında, çok ciddi zorluklar da oluşturabilir. Lübnan’daki Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve daha seküler bir yapıya dönüşmesi ise Trump’ın Orta Doğu’daki dengeyi sağlamlaştırma amacının bir parçası olarak gelişim gösterme potansiyeli taşımaktadır. Böyle bir adım, yalnızca İsrail’in güvenliğini pekiştirmekle kalmayıp, Lübnan’ı bölgedeki gerilimlerden arındırarak daha istikrarlı bir yapıya kavuşmasını da beraberinde getirebilir.

Bu bağlamda, Trump’ın yaklaşımı, bölgedeki güç dengesini yeniden şekillendirme ve gerilimi azaltma hedefini taşır. Filistin meselesinde ise, Trump, ikili devlet çözümünü tamamen dışlayarak, çatışmaları dondurmak ve mevcut statükoyu muhafaza etmek yönünde bir strateji izleyebilir. Bu durum, Filistinliler için uzun vadeli bir çözüm sunmak yerine, kısa vadede bölgesel istikrarı koruma amacını güdebilir.

Trump’ın Suriye stratejisinde, İsrail’in güvenliğini merkez alarak, Rojava ile Şam arasında geçici bir mutabakat zeminini inşa etmeyi hedeflemesi mümkündür. Bu durum, Rojava’nın uluslararası sistemde daha güçlü bir aktör olarak konumlanmasını sağlayabilir. Ancak, böyle bir gelişme, Türkiye ve Irak gibi bölgedeki diğer aktörler için ciddi bir meydan okuma demek. Özellikle Türkiye, Rojava’yı Kürtlerin özerklik mücadelesi bağlamında bir tehdit olarak görmeye devam edecektir. Bu durum da, bölgedeki güç dinamiklerini daha da karmaşık hale getirecektir.

Trump’ın hamleleri, bir yanda Orta Doğu’da Amerikan hegemonyasını yeniden pekiştirmeye çalışırken, diğer yanda çok kutuplu dünya düzeninin dengesini daha da sarsma potansiyeli taşımaktadır. İkinci döneminde, uluslararası siyasetin tahmin edilebilirlikten uzaklaşarak sürprizlerle şekilleneceği beklenebilir. Bu süreçte, şahsi çıkarlar ve popülist hedefler, geleneksel devlet aklının yerini alabilir; ancak ABD’nin devlet aklı çok katmanlıdır. Popülist liderlerin ömrü sınırlı olabilir, ancak bıraktıkları miras, uluslararası sistemde kalıcı hasarlar doğurabilir. Bu bağlamda, Trump’ın dönemi, sadece bir liderin tercihlerini değil, aynı zamanda ABD’nin uzun vadeli stratejik tutarlılığını da test edecektir.

Sonuç

Trump’ın kaotik ve eklektik yaklaşımı, uluslararası sistemde çözülmeyi hızlandıran bir katalizör işlevi görecek gibi görünüyor. Tarih, onun dönemine dair nihai hükmünü verirken, büyük güçler arasındaki bu belirsiz ve istikrarsız dengeyi, uluslararası siyasetin dönüşüm sürecine evrilişi olarak kaydedebilir. Trump’ın bu politikaları hayata geçirebilmesi için seçtiği ekip de dikkat çekicidir. Orta Doğu temsilcisinden güvenlik direktörüne, İsrail büyükelçisinden dışişleri bakanına kadar tüm isimler, Çin karşıtlığı ve İslamcı yapılara yönelik husumetleriyle bilinen figürlerdir. Bu ekip, Trump’ın yeni dönemdeki stratejik hedeflerine uyumlu bir formasyon sergilemektedir.

Donald Trump’ın ikinci döneminde dünya, uluslararası ilişkilerdeki geleneksel dengelerden uzaklaşarak, kaotik bir sürece girmektedir. Trumpizm, sadece bir liderin şahsi egoları ve pragmatik refleksleriyle şekillenen bir siyasi anlayış olmaktan öte, küresel güçler arasında kırılmalar yaratma potansiyeline sahip bir paradigmaya dönüşmüştür. Trump’ın dış politikada öngörülemezliği, ABD’nin hegemonik gücünü yeniden tahkim etme arayışında olsa da, uzun vadede dünya çapında istikrarsızlık ve belirsizlik ortamını besleyecek bir nizamı beraberinde getirecektir. Çin’e karşı sürdürdüğü sert politikalar, Orta Doğu’daki vekalet savaşlarını ve İran ile İsrail arasındaki gerilimi şekillendiren stratejiler, Trump’ın pragmatik ve popülist yaklaşımının dünya düzenindeki etkilerini her geçen gün daha da görünür kılmaktadır.

ABD’nin 47. Başkanı Trump’ın ikinci döneminin sonunda, uluslararası düzeydeki yeni güç ilişkileri ve belirsizlik ortamı, sadece onun mirası değil, aynı zamanda küresel siyasetin yeni yönelimlerinin de belirleyicisi olacaktır.