Giriş
Şiddet olgusu, en temel tanımıyla “bir kişiye güç veya baskı uygulayarak istenen bir şeyi yapmaya zorlama” olarak özetlenebilir. Tarih boyunca bireysel ve toplumsal düzeyde farklı biçimlerde tezahür eden şiddet, kimi zaman fiziksel, kimi zaman psikolojik, kimi zaman da ekonomik veya cinsel bir kontrol mekanizması olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihinde en yaygın ve en fazla mağdur edilen grup ise kadınlar olmuştur. Kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel bir suç değil, aynı zamanda cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren, kadının toplumsal rolünü sınırlandıran ve politik öznelliğini hedef alan yapısal bir baskı biçimidir. Bu nedenle, çoğu toplumda mücadele edilmesi gereken en önemli sosyal sorunlardan biri olarak kabul edilmektedir.
Kadınlara yönelik şiddet: Sistematik ve yapısal bir olgu
Bu bağlamda, Türkiye’de işlenen kadın cinayetleri son yıllarda çok fazla artış göstermiş ve neredeyse her gün medyada bu tür haberlerle karşılaşmak sıradanlaşmıştır. Öyle ki, bazı günler aynı anda birden fazla kadının öldürüldüğüne dair haberler, toplumun adeta bu şiddet sarmalına karşı duyarsızlaşma tehlikesiyle yüzleşmesine yol açmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, 2017 ile 2023 yılları arasında “şüpheli kadın ölümleri” %82 oranında artış göstermiştir. Bu istatistik, şiddetin sıradanlaşmasının ötesinde, kadına yönelik şiddetin köklü toplumsal ve kültürel yapılarla nasıl beslendiğine işaret etmektedir. Kadınların güvenli yaşam haklarının böylesine tehdit altında olduğu bir ortamda, patriarkal ve otoriter eğilimler de bu şiddet sarmalını besleyen unsurlar olarak öne çıkmaktadır.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, Türkiye’de 2010 ile 2024 yılları arasında erkekler tarafından 4.255 kadın cinayeti işlendi. Bu çarpıcı istatistik, kadınların yaşama hakkının ne kadar ciddi bir tehdit altında olduğunu gözler önüne sermektedir. Platform ayrıca, son 7 yılda 1.441’i şüpheli ölüm olarak kaydedilen kadın ölümleriyle birlikte, 2010 yılından bu yana toplamda 5.696 kadının yaşamını yitirdiğini açıklamıştır. Sadece 2024 yılı başından Ekim ayına kadar geçen 10 aylık süreçte 296 kadın cinayeti işlenmiş ve 184 kadın da şüpheli bir şekilde ölü bulunmuştur. Bu veriler, kadına yönelik şiddetin bireysel sapkınlıkların ötesinde, toplumsal ve yapısal bir sorun olarak derinleştiğini kanıtlamaktadır. Kadınların yaşam haklarının böylesine yoğun bir tehditle karşı karşıya kalması, devletin koruma yükümlülüğüne rağmen gerçekleşirken, kadına yönelik bu sistematik şiddet, patriarkal ve otoriter değerlerin toplumdaki kökleşmiş etkilerinin açık bir göstergesidir.
Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmasından dolayı “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ne Türkiye ilk imzacı ülke olarak öncülük etmişti. Kadınların yaşama hakkını güvence altına almayı hedefleyen bu sözleşme, devletlerin şiddeti önlemeye yönelik yasal ve toplumsal sorumluluklarını artırıyordu. Nitekim İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 2011 yılında kaydedilen 121 kadın cinayeti, kadına yönelik şiddetin en düşük seviyelerinden biri olarak kayıtlara geçti. Ancak, kadınların korunmasına dair bir uluslararası taahhüt olan bu sözleşmeden Türkiye, Temmuz 2021’de herhangi bir gerekçe göstermeksizin çekildiğini açıkladı. Sözleşmeden çekilme kararı, kadınların güvenlik haklarının korunması adına büyük bir geri adım olarak değerlendirilirken, kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik toplumsal ve hukuki mücadelede ciddi bir kırılma yaratmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, yalnızca kadınların yaşam haklarını değil, aynı zamanda toplumda kadının özgürlük ve eşitlik mücadelesine de zarar veren bir adım olarak ataerkil ve muhafazakâr değerlerin yükseldiği bir döneme işaret etmektedir.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği 2021 yılında 280 kadın cinayeti yaşanmışken, takip eden 2022 yılında kadın cinayetleri yaklaşık %20 artış göstererek 334’e yükselmiştir. Bu yükseliş, sözleşmeden çekilmenin, kadına yönelik şiddeti önlemedeki yasal ve toplumsal caydırıcılığı nasıl zayıflattığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. 2024 yılının ilk 6 ayında kaydedilen şüpheli kadın ölümlerinde ise, kadınların %12’si ateşli silahla vurulmuş olarak bulunmuş, %12’si ise yüksekten düşme sonucu hayatını kaybetmiştir. Şüpheli ölümlerin %64’ünde kadınların bedenlerinin evlerinde bulunması, özel alanlarda gerçekleşen şiddetin giderek artan bir tehdit olduğuna işaret ederken, %12’sinin su kenarlarında ve %9’unun ıssız yerlerde bulunması da kadına yönelik şiddetin giderek daha görünmez, denetlenemez ve cezalandırılmaz hale gelme tehlikesine işaret etmektedir. Bu veriler, devletin koruyucu tedbirlerinin eksikliğinin ve kadınların yaşam hakkını güvence altına almada yetersiz kalınmasının sonuçlarını gözler önüne sermektedir. Kadına yönelik şiddetin bu çok yönlü ve giderek daha sistematik bir biçimde sürmesi, Türkiye’de ataerkil ve otoriter değerlerin şiddeti besleyen yapısal sorunlar olarak güçlenmeye devam ettiğini göstermektedir.
Siyasi iktidar, doğum oranlarını artırmayı teşvik ederken, çocuklar istismar ve ölüm tehdidi altında yaşamak zorunda kalmakta, bazıları ise anneleriyle birlikte öldürülmektedir. 2024 yılı kadın cinayeti verilerine göre, bu yıl 14 kız çocuğu öldürülmüş, bunların 9’u anneleriyle birlikte katledilmiştir. Kadınlar ise en çok evlerinde, yani en güvende olmaları gereken alanlarda öldürülmüştür.
Kadınlar en çok ateşli silahlarla öldürülmekte olup, bu yıl 120 kadın ateşli silahlarla, 64 kadın kesici aletle, 11 kadın boğularak öldürülmüştür. Tüm bu veriler, kadın cinayetlerinin münferit adli olaylar olarak değerlendirilemeyecek kadar yaygın ve köklü bir toplumsal sorun haline geldiğini göstermektedir. Kadına ve çocuğa yönelik şiddetin bu boyuta ulaşması, yalnızca bireysel suçlarla değil, toplumsal yapıdaki ataerkil ve otoriter eğilimlerin güçlenmesiyle ilgilidir. Siyasi iktidarın aileyi güçlendirme söylemi altında yürüttüğü politikalar, kadınları şiddet ve ölümle karşı karşıya bırakan koşulları değiştirmekte yetersiz kalmakta, böylece toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik adımlar atılmadıkça kadınların ve çocukların hayatları güvende olmamaktadır.
Ayrıca, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun (TKDF) yayınladığı 10 aylık kadın cinayeti raporu, 1 Ocak – 31 Ekim tarihleri arasında Türkiye’de 357 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu raporda, 61 kadının ölümü şüpheli olarak kaydedilmiş, 198 kadın ateşli silahla, 77 kadın ise kesici aletlerle öldürülmüştür. Öldürülen kadınların ortalama yaşının 37 olarak kaydedilmesi, toplumun farklı yaş gruplarındaki kadınların şiddet tehdidi altında olduğunu göstermektedir. Bu kadınların 168’i evli, 96’sı bekâr, 26’sı boşanmış ve 10’u dini nikâhlı iken, 55 kadının medeni durumu raporda belirtilmemiştir.
Federasyon verilerine göre, öldürülen kadınların önemli bir kısmı, yani 135’i aile içinde katledilmiştir; bu da kadına yönelik şiddetin en güvenli sayılan alanlarda bile ne kadar yaygın olduğunu gözler önüne sermektedir. Aile içi şiddetin bu denli yüksek olması, kadına yönelik şiddetin münferit olaylar olarak değil, toplumsal bir kriz olarak ele alınması gerektiğini bir kez daha göstermektedir. Bu verilere göre, kadınların evde, sokakta ya da toplumun herhangi bir alanında güvende olamaması, kadına yönelik şiddetle etkin mücadele edilmesi gerekliliğini bir kez daha aciliyetle ortaya koymaktadır.
Milliyetçilik, otoriterizm ve kadına yönelik şiddet
Türkiye’de ve dünyada kadına yönelik artan fiziksel, sembolik ve psikolojik şiddet, küresel ölçekte gelişen milliyetçilik, sağcılık, muhafazakârlık, otoriterizm, ataerkillik ve göçmen-yabancı karşıtlığı gibi eğilimlerle doğrudan ilişkilidir. Bu ideolojik eğilimler, kadını toplumsal olarak daha dar bir alana hapsetmeyi ve ataerkil düzeni sürdürmeyi amaçlayan yapısal bir krizi beslemektedir. Milliyetçi ve muhafazakâr söylemlerle şekillenen bu iklimde kadınlar, aile ve “ulusal değerler” bahanesiyle baskı altına alınmakta; bu durum, kadın cinayetleri ve şiddeti tetikleyen unsurları artırmaktadır.
Kadınlara yönelik şiddetin yalnızca bireysel şiddet olayları değil, erkek egemen yapılar tarafından desteklenen bir sistemin sonucu olarak ortaya çıktığı bu gelişmelerle izah edilebilir. Bu dalgaların yükselmesi, kadınların toplumsal ve kamusal alanlardan dışlanması, onların özgürlük alanlarının daralması anlamına gelirken, kadın cinayetlerini yapısal bir kriz olarak daha da derinleştirmektedir. Dolayısıyla kadına yönelik şiddet, yalnızca bireylerin değil, milliyetçi ve ataerkil politikaların derinleştirdiği bir toplumsal sorun olarak görülmelidir.
E.J. Hobsbawm ve A. Smith’in milliyetçiliğe dair görüşleri, kadınların ulusal projelerde nasıl konumlandırıldığını ve bu projelerin eril kültürü nasıl pekiştirdiğini anlamak açısından kritik bir çerçeve sunuyor. Hobsbawm’a göre, milliyetçilik önce kültürel bir olgu olarak gelişir; edebi ve sanatsal formlarda ortaya çıkar, ardından politik aktörlerce bir programa dönüştürülür ve nihayetinde geniş kitlelerin desteğini alarak iktidar oyunlarının vazgeçilmez bir aracı halini alır Türkiye’de kadınlar, bu milliyetçi iklimde erkek egemen yapılarla birleşen siyasi projelerin gölgesinde, kamusal alanda ve aile içinde çeşitli biçimlerde mağdur edilmektedir.
A. Smith’in, milliyetçiliğin yalnızca bir siyasal ideoloji değil, aynı zamanda bir “kültür” biçimi olarak anlaşılması gerektiğine dair görüşü ise, bu sürecin kadınlar üzerindeki etkisini daha da derinleştirir. Milliyetçilik, eril bir kültür ve kimlik inşası aracılığıyla toplumsal yapıları şekillendirirken, kadınları toplumsal cinsiyet rolleri ve aile temsilleri üzerinden kontrol altında tutar. Bu ideolojik çerçeve, kadınların toplumdaki rollerini sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda onların bireysel ve kamusal özgürlüklerini tehdit eder. Dolayısıyla, milliyetçi kültürün eril temelde inşası, kadınların doğrudan hedef alındığı bir baskı mekanizmasını kurumsallaştırır. Hem kültürel hem de siyasi boyutlarda gelişen milliyetçilik, kadınları dışlayan ve onları toplumsal normların çizdiği sınırlarla sınırlayan bir düzenin parçası haline gelir.
Bu bağlamda, kadınlara yönelik artan şiddet olayları, yalnızca bireysel suçlardan ibaret değil, bu milliyetçi, ataerkil ve muhafazakâr söylemlerle beslenen, kadınların öznelliğini sınırlandırmayı hedefleyen bir yapıdadır. Kadınların şiddet mağduru olmaları, bu eril kültür biçimlerinin kadınları ne denli savunmasız bir pozisyona ittiğinin çarpıcı bir göstergesidir.
Giddens’a göre kültür, bir topluluğun üyelerinin paylaştıkları değerlerden, benimsedikleri normlardan ve ürettikleri maddi unsurlardan oluşan bir yaşam biçimidir. Bu tanım, milliyetçi söylemin kadınlar üzerindeki etkilerini anlamada önemli bir temel sağlar. Milliyetçi söylemler, genellikle “öteki” veya “düşman” kavramları üzerinden şekillenir; bu kavramlar, “biz” algısını oluşturan ve dışarıdaki unsurları tehdit olarak konumlandıran bir zihniyetin temellerini atar. Bu bağlamda, milliyetçilik kendisini genellikle homojen bir grup kimliği etrafında tanımlar ve dışarıda bırakılan tüm unsurlar, milli birlik ve bütünlük için bir tehdit olarak görülür.
Kadınlar, bu “öteki” söylemlerinin en belirgin mağdurlarıdır. Milliyetçi söylem, erkek egemen bir yapıyı pekiştirirken, kadınları bu söylemin dışında bırakarak onları hem toplumsal hem de kamusal alanda daha da marjinalleştirir. Kadınların bu dışlanmış konumu, aynı zamanda milliyetçi kültürün eril temelleri üzerinde yükseldiği için kadınlar, bu kültürün en çok zarar gören bireyleri haline gelir. Bir yandan kültürel ve toplumsal normlarla şekillenen bu dışlanmışlık, diğer yandan şiddet ve ayrımcılık gibi olgularla pekiştirilir. Kadınların “biz” algısına dâhil olamaması, onları yalnızca toplumsal olarak değil, politik olarak da zayıf ve savunmasız kılar.
Dolayısıyla milliyetçi söylemler, yalnızca dış düşmanları değil, aynı zamanda toplumsal yapının içine yerleşmiş olan kadınları da tehdit olarak tanımlar. Kadınların kamusal ve özel alandaki yerleri bu milliyetçi söylemler aracılığıyla daraltılır, şiddet ve baskı artar, toplumsal öznellikleri yok sayılır.
Kültürel alanda bir milletin farklılığının en belirgin göstereni olarak kabul edilen kadın, toplumun namusunun taşıyıcısı olarak inşa edilir. Milliyetçi söylemler, kadını sadece biyolojik bir varlık olarak değil, aynı zamanda toplumun moral ve ahlaki değerlerinin teminatı olarak tanımlar. Kadın, bu söylemde “toplumun namusunun taşıyıcısı” olarak konumlandırıldığında, sadece bireysel bir varlık olmanın ötesine geçer ve toplumun ideolojik yükünü taşıyan bir figüre dönüşür. Milliyetçi söylemin bu şekilde kadın üzerinden şekillendirdiği toplumsal normlar, kadının öznelliğine doğrudan müdahale etme meşruiyetini sağlar. Kadın, milliyetçilik anlayışında sadece kendi bedenini değil, aynı zamanda toplumsal kimliği ve değerleri de taşıyan bir sembol haline gelir.
Bu bağlamda, kadınların yaşadığı şiddet ve maruz kaldıkları baskı, sadece bireysel bir trajedi değil, milliyetçi söylemlerin ve kültürel yapının kadın üzerindeki yıkıcı etkilerinin bir yansımasıdır. Milliyetçilik, kadını sadece toplumsal bir varlık olarak değil, aynı zamanda ulusal kimliğin ve değerlerin bir aracı olarak görür. Bu durum, kadının kimlik ve öznellik hakkını kısıtlayarak, onu bu ideolojik yükün taşıyıcısı yapar. Bu nedenle, kadınların karşı karşıya kaldığı sarkacın anlaşılabilmesi, ancak milliyetçi söylemlerin ve onların kadın bedenini nasıl şekillendirdiğinin derinlemesine incelenmesiyle mümkün olur. Kadının maruz kaldığı şiddet, bu kültürel ve ideolojik bağlamda anlam kazanır ve kadının varoluşuna yönelik saldırılar, toplumsal ve politik düzeyde daha geniş bir yapının parçası haline gelir.
Milliyetçi, otoriter ve muhafazakâr politikaların ortasında Kürt kadınları
Kürt kadınlarının maruz kaldıkları sistematik ve yapısal engeller, kültür, milliyetçilik, din, ataerkil ve otoriterizm gibi kavramlarla iç içe geçmiş çoklu bir sarkacı temsil eder. Bu sarkacın her bir unsuru, Kürt kadınlarının deneyimlediği toplumsal ve bireysel baskıları derinleştirir. Kürt kadınları, yalnızca kadın olmalarından kaynaklanan toplumsal eşitsizliklerle değil, aynı zamanda etnik kimlikleri nedeniyle de ciddi bir dışlanma ve şiddet deneyimiyle karşı karşıya kalırlar. Bu çok boyutlu ezilme deneyimi, Kürt kadınlarının yaşadığı zorlukların merkezinde yer alır.
Bu eksenlerden biri, Kemalist milliyetçi ideoloji çerçevesinde şekillenen ve uzun yıllardır süregeldiği şekilde uygulanan batılılaşma/modernleşme “projesi” ile doğrudan ilişkilidir. Türkiye’de devletin ve toplumsal yapının şekillendiricisi olarak, Kemalist ideolojinin evrensel değerlerle bağdaştırılmaya çalıştığı modernleşme süreci, etnik kimlikleri baskı altına almayı ve tek tip bir ulusal kimlik inşa etmeyi hedeflemiştir. Türkleştirme politikaları, bu sürecin en belirgin ve saldırgan biçimidir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki etnik kimliklere yönelik uygulanan baskılar, sadece Kürtlerin değil, aynı zamanda diğer etnik grupların da kimliklerini silmeyi amaçlamıştır. Bu politika, etnik homojenleşme ve uluslaşma adına, farklı kimlikleri eriten bir yapıyı benimsemiştir. Kürt kadınları, bu sürecin hem kurbanı hem de dışlanan öznesi olarak, hem toplumsal cinsiyet hem de etnik kimlik temelinde iki katmanlı bir şiddetle yüzleşmişlerdir.
Kürt kadınlarının karşı karşıya olduğu bu zorluk, sadece kişisel bir travma değil, devletin ideolojik ve kültürel baskılarının, Kürt halkının varoluş mücadelesinin kadınlar üzerinden yeniden şekillendirilmesinin bir yansımasıdır. Hem milliyetçilik hem de patriyarkal yapı, Kürt kadınlarının toplumsal ve politik öznelliklerini sürekli olarak küçümsemiş ve onları marjinalleştirmiştir. Bu çok katmanlı baskının bir sonucu olarak, Kürt kadınları, kendi kimliklerini ve özgürlüklerini savunmak için tarihsel olarak ciddi bir direnç geliştirmişlerdir.
Eşbaşkanlık sistemi ve kadının politik öznelliği
Kürt kadınlarının maruz kaldıkları bu çoklu sarkacı aşma ve politik bir özne olarak toplumsal ve siyasal alanda görünür olma deneyimleri, büyük ölçüde eşbaşkanlık sistemiyle mümkün olmuştur. Yerel yönetimlerde uygulamaya konan eşbaşkanlık modeli, kadınların politik temsillerini güçlendirerek, patriyarkal yapılarla ve milliyetçi ideolojilerle kurulan hegemonik ilişkileri doğrudan sorgulamaya başlamıştır. Bu sistem, sadece kadınların yerel yönetimlerdeki temsiliyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda kadınların toplumsal öznelliklerini güçlendiren bir araç haline gelmiştir. Eşbaşkanlık, sadece sembolik bir katılım değil, aynı zamanda toplumsal eşitsizliklere karşı etkin bir mücadele biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Kadınların bu politik alandaki varlıkları, hem etnik kimliklerine hem de cinsiyetlerine yönelik ayrımcılığa karşı bir direniş alanı yaratmıştır.
Ancak son yıllarda, DEM Parti belediyelerine atanan kayyımlar, kadınların bu politik öznelliklerini hedef alarak, sadece yerel yönetimlerin değil, aynı zamanda kadınların toplumsal ve politik kimliklerinin de silinmesini amaçlamaktadır. Kayyım uygulamaları, Kürt halkının iradesini yok saymakla kalmayıp, Kürt kadınlarının siyasal öznelliklerini ve bu öznelliğin ifade bulduğu eşbaşkanlık sistemini de hedef almaktadır. Bu müdahale, kadınların siyasetteki görünürlüklerini ortadan kaldırmaya yönelik bir adım olarak değerlendirilebilir. Kayyımlar, kadınların hem politik temsilini hem de toplumdaki konumlarını zayıflatmak için, sadece ekonomik ve yönetsel denetim değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir hegemonya kurma çabası içindedirler. Bu durum, Kürt kadınlarının kazanımlarını geri almayı ve onları tekrar toplumsal ve politik olarak marjinalleştirmeyi amaçlayan bir saldırı olarak okunabilir.
Batman’da kayyım atamasının yapıldığı bir dönemde, Gülistan Sönük’ün 31 Mart yerel seçimlerinde Batman Belediye Eş Başkanı seçilmesi, yalnızca kadınların siyasetteki varlıklarını pekiştiren bir kazanım değil, aynı zamanda milliyetçi, muhafazakâr ve eril iktidarlara karşı bir meydan okuma anlamına gelmektedir. Adaylık sürecinde, “Batman’da bir kadın kazanamaz” gibi cinsiyetçi söylemlerle karşılaşmış, kadınların hangi kıyafeti giyeceği gibi bireysel tercihlerine dahi müdahale edilmiştir. Ancak, bu engellerin ve baskıların tam tersine, 32 yaşındaki bir kadın, %64,52 gibi yüksek bir oy oranıyla Türkiye’nin en yüksek oyla seçim kazanan kadın adayı olarak tarihe geçmiştir.
Bu sonuç, sadece bir yerel seçim zaferi değil, aynı zamanda kadınların siyasetteki yerini ve söz hakkını sağlamlaştıran güçlü bir direnişi simgeliyor. Gülistan Sönük’ün başarısı, milliyetçi ve muhafazakâr iktidara karşı atılmış güçlü bir adım olmasının ötesinde, kadınların toplumsal ve politik özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Bu zafer, seçim sonrasında binlerce kişinin hep bir ağızdan attığı “jin jiyan azadî” sloganlarıyla, kadınların özgürlüğüne, kimliğine ve haklarına sahip çıkmanın gücünü göstererek, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle mücadele eden bir halk iradesinin tezahürü haline gelmiştir. Bu süreç, aynı zamanda Kürt kadınlarının siyasal alandaki temsillerinin sadece bir cinsiyet mücadelesi değil, aynı zamanda etnik kimlik ve özgürlük mücadelesinin de bir parçası olduğunu vurgulamaktadır.
Jin, Jiyan, Azadî’nin ilhamı
“Jin, jiyan, azadî” sloganı, Kürt kadınlarının mücadelesinden doğarak dünya çapında bir özgürlük simgesine dönüşmüştür. “Kadın, yaşam, özgürlük” anlamına gelen bu üç kelime, kadınların varoluş mücadelesini, toplumsal baskılara karşı verdikleri savaşı ve yaşama hakkını ilham verici bir biçimde özetler. Kürt kadınlarının hem ataerkil toplumsal normlara hem de siyasi baskılara karşı direnişlerinin özünü taşıyan bu slogan, kadınların sadece var olmak için değil, özgür ve eşit bir yaşam sürdürmek için verdikleri küresel mücadelenin sembolü haline gelmiştir.
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Valisi’nin bu sloganı yasaklama girişimi, bir özgürlük simgesine duyulan korkunun ve kadınların mücadelesini sindirme çabasının ifadesidir. Ancak “jin, jiyan, azadî” bir slogan olmaktan çıkmış ve sadece Kürt kadınlarının değil, dünya genelinde tüm kadınların direniş ruhunu yansıtmaktadır. Sınırları aşarak İran’dan Latin Amerika’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir coğrafyada kadın hareketlerine ilham vermekte ve dayanışmanın simgesi olmaktadır. Bu slogan, kadınların susturulmasına karşı en gür sesi, hak ve adalet arayışında birleşen mücadelelerin güncel temsilcisidir. Kadınlar bu sözcüklerde kendilerini, varoluş mücadelelerini ve geleceğe dair umutlarını bulurken, ‘jin, jiyan, azadî’ de bu umutları yaşatmaya ve büyütmeye devam etmektedir.
“Jin, jiyan, azadî” sloganının dünya çapında yankı bulması, kadınların ortak ezilmişlik deneyimlerinin ve baskıya karşı dirençlerinin evrensel niteliğini ortaya koymaktadır. Kürt kadınlarının hayatlarını hiçe sayan şiddet, yok sayılma, kayyım uygulamaları gibi sistematik baskılara karşı yükselen bu çağrı, tüm kadınların özgürlük mücadelesine ses katmaktadır. Erkek egemenliğine, milliyetçi ve otoriter sistemlerin dayatmalarına karşı kadınların hayatı savunan bu sloganı, toplumsal bir devrimin dili haline gelmiştir. Diyarbakır Valisi’nin bu sloganı yasaklama kararı ise, kadınların mücadelelerini bastırma çabasının bir parçasıdır. Fakat bu yasaklar ve baskılar, kadınların dayanışma gücünü ve adalet arayışını engelleyememekte, aksine onların haklı mücadelelerini daha da görünür kılmaktadır. Bugün “jin, jiyan, azadî” sadece bir slogan değil, kadınların kendi kaderlerini tayin etme, yaşam haklarını savunma ve geleceklerini şekillendirme iradelerinin de ifadesi olarak karşımızda durmaktadır. Bu çağrı, her coğrafyada şiddete ve baskıya karşı bir arada durmanın ve kadın dayanışmasının simgesi haline gelmiştir.
25 Kasım’ın önemi: Kadın mücadelesinin sınırları aşan mesajı
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, kadına yönelik şiddetle mücadele ve kadının toplumsal eşitlik mücadelesinin simgesel bir günü olmasının ötesinde, kadınların tarihsel bir direnişin temsilcisi olduğunu göstermektedir. Türkiye ve dünyada kadına yönelik şiddet, sadece bireysel saldırılarla sınırlı kalmayıp, yapısal ve sistematik temeller üzerine inşa edilmiştir. Milliyetçilik, muhafazakârlık, sağcılık, göçmen karşıtlığı, otoriterizm gibi ideolojik ve toplumsal akımlar, kadınları toplumsal, kültürel ve politik olarak ikincil bir konumda tutan, özgürlüklerini kısıtlayan bir kültür inşa etmiştir.
Bu şiddet, hem fiziksel hem de psikolojik boyutlarıyla, kadınların hem bireysel hem de toplumsal düzeyde maruz kaldığı baskıların sürekliliğini sağlamaktadır. Kürt kadınlarının deneyimleri, bu yapısal şiddetin katmanlı bir örneğini sunar; etnik kimlik, cinsiyet ve sınıf gibi çoklu engellerle şekillenen mücadeleleri, aynı zamanda kadınların örgütlü gücünün ve direnişinin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Kayyım uygulamaları, sadece bir yönetimsel müdahale değil, kadınların toplumsal öznelliklerine yönelik bir saldırıdır. Ancak tarih, kadınların birlikte hareket ederek, dayanışma ve örgütlü güçleriyle her türlü baskıyı kırabileceğini gösteriyor. Bu bağlamda, 25 Kasım bir hatırlatmadır: Kadına yönelik şiddetin ve ayrımcılığın ortadan kalkması, yalnızca kadınların eşitlik ve özgürlük taleplerinin en güçlü şekilde yükselmesiyle mümkündür. Kadınlar, birlikte daha güçlüdür ve her adımda toplumsal düzeni değiştirebilecek güce sahiptir. Bu gücü, hem yerelde hem de ulusal düzeyde kayyım uygulamalarına karşı daima daha güçlü bir şekilde seslendireceklerdir.