Hasan Kılıç
Yönetici özeti
2022 yılı itibariyle, gerek muhalefetin gerekse de iktidar bloklarının gündemlerine alması ile yeni anayasa Türkiye siyasetinin temel tartışma konularından biri olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini (CHS) getiren anayasa değişikliğinin üzerinden henüz dört yıl gibi kısa bir süre geçmişken, yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulması Türkiye siyasetindeki arayışın güçlü zeminine işaret etmektedir. Nitekim iktidarın mevcut sistemde tadilat yapma söylemine açık kapı bırakması, altı muhalefet partisinin açıkladığı deklarasyonun birçok maddesinin Anayasa kapsamında olması bu zemin üzerinden düşünülebilir.
İktidar ve/veya muhalefet farklı motivasyonlar ve hedeflerle yeni anayasa gündemini ele alsa da ekonomi-politik ve sosyo-politik açılardan yeni bir anayasaya ihtiyacın nesnel şartlarının oluştuğunu ifade edebiliriz. Bu çalışma söz konusu nesnel şartları göz önünde bulundurmak suretiyle yeni bir anayasa için geçmiş deneyimleri ele alarak bugünün ihtiyaçlarını karşılayan ve gelecek vizyonu taşıyan çerçeve öneriler yapmayı deneyecektir. Bu çalışma ile murat edilen şey, yeni anayasa ihtiyacının toplumsal, siyasal ve ekonomik yönlerini incelemek, birinci yüzyıl ile yüzleşmek ve ikinci yüzyılı daha kapsayıcı ve çoğulcu bir şekilde inşa etmek üzere yeni anayasanın yapılması süreçlerine katkı sağlamaktır. Bu kapsamda 1921 Anayasası incelemeye alınarak çeşitli öneri çerçeveleri çıkarmak amaçlanmaktadır.
GİRİŞ
Filozof, edebiyat eleştirmeni ve kültür tarihçisi Walter Benjamin, ressam Klee’nin Angelus Novus tablosunda tarih meleğinin yüzünün geçmişe dönük olmasını şu şekilde açıklamaktadır: “Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek…” Bu yeniden birleştirme, geçmişleri yeniden yaşama dâhil etme, dışarıda bırakılanın kuruculuğunu esas alma, geçmişi bugünde yaşanan bir birikim olarak değerlendirme Türkiye toplumunun yeni anayasa ihtiyacını realize edip hem yersel tarih ve kültür ile bugünü/geleceği hem de evrensel olanla uyumunu mümkün kılabilir.
2022 yılı itibariyle Türkiye toplumunun yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğunun siyaset kurumu tarafından kabul edilmesi ciddi bir eşiğe işaret etmektedir. Peki, bir toplum neden yeni bir anayasaya ihtiyaç duyar?
Anayasa kavramı etimolojik olarak kurmak, inşa etmek, oluşturmak anlamlarına sahiptir. Bu kavram ile kurulan, belli bir zaman ve mekânda toplumun ihtiyaç duyduğu bir araya gelme kurallarıdır. Anayasa, sadece devleti değil, toplumu da kurmaya yönelir. Böylece hem toplum ve devlet ilişkileri, hem de yurttaşlar arası ilişkiler anayasaya uygun şekilde belirlenir.
Anayasaya ihtiyaç her daim bir zaman-mekân meselesi olmakla birlikte, anayasalar devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri düzenler. Öte yandan anayasalar devletin siyasal felsefesine işaret eder. Tarihsel olarak anayasaya ihtiyacın en fazla duyulduğu alanların başında iktidarın sınırlandırılması ve kurallı-öngörülebilir bir yaşamın tesis edilmesinin sağlanması gelmektedir. Magna Carta’dan bu yana toplumdan rıza alan her anayasa iktidarın sınırlandırılması anlamında devlet-toplum-birey ilişkilerinde toplumu koruma ve denge-denetleme yaklaşımı içermiş, maddi kaynaklar başta olmak üzere kamusal işler üzerinde denetim sağlayacak mekanizmaları düzenlemiştir. Böylece anayasa inşa edilirken, devlet-toplum-birey üçgenindeki karşılıklı-çoklu ilişkiler düzenlenmiştir.
Belli bir tarihsel zaman ve mekânda yeni bir anayasa ihtiyaç duyulmasının esas nedeni iktidar ile toplum arasındaki denge-denetleme ağları ile sağlanan güç dengelerini yeniden oluşturmaktır. Bu kapsamda bazen iktidar daha fazla güçlenmek için anayasayı yenilemek isterken bazen de toplumsal-siyasal güçler denge ve denetleme ağlarının gerilediğini ve bozulduğunu düşünerek güç dengelerini yeniden oluşturmanın çabası içerisine girmektedir.
Bugün Türkiye’de yeni anayasa arayışları, bu iki örneğin aynı anda işler hale gelmesine işaret etmektedir. İktidar bloku yeni anayasa ile aşırı merkezi yönetim sistemini tahkim etmek ve otoriter rejimine daha fazla rıza almak çabasını temsil ederken, muhalefet ise iktidarın sınırlanması ve kurallı-öngörülebilir bir sistemin kurulmasını esas alan bir anayasa arayışını temsil etmektedir. Dolayısıyla toplumsal mutabakat arayışı devam etmektedir.
Bu arayışlar kimi durumlarda güncel fikirler etrafında dönerken, kimi durumlarda ise tarihsel referanslar siyasal fikrin ilhamı olmaktadır. Bu kapsamda, Türkiye siyaset ve anayasa tarihinde istisnayı temsil eden 1921 Anayasası içerdiği kimi yaklaşımlar ile Türkiye’nin bugün içerisinde bulunduğu otoriter momente karşı alternatifler sunma potansiyeline sahiptir. Nitekim bu potansiyelin 2022 yılı itibariyle siyasal söylem ve siyasal stratejiye, doğru şekilde yerleştirilmesi aktüel olarak toplumdan doğru rızanın inşasını da mümkün kılabilecektir.
TÜRKİYE’DE ANAYASA
Anayasalar, hukuk tekniği açısından asli kurucu/tali kurucu, sert/yumuşak gibi şekillerde kategorize ediliyorsa da toplumsal mutabakat metinleri olarak daha çok bir arada yaşamın taahhüt altında alınması ve iktidarın sınırlandırılmasının taahhüt edilmesini düzenlerler. Anayasalar gündelik hayatın çerçevesini çizerken, yasalar ise bu çerçeve içerisindeki resmi dokurlar. Bu kapsamda, raporda anayasanın hukuki tekniğine dair değil, toplumsal-tarihsel işlevine dair bir tartışma yürütülecektir. Çünkü önce siyasal olan ve siyasal karar gelir, bu karar hukuku kurar.
Modern anayasaların dünyadaki ilk örneği 1787 tarihinde yapılan Amerika Anayasasıdır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerçekleştirilen 1876 tarihli Kanun-i Esasi ise dünya üzerindeki 14üncü Anayasa olmuştur. Padişahın iktidarı paylaşması ve yurttaş eşitliğini nüve halinde olsa da gündeme getiren bu anayasa dönemin küresel eğilimi ve iç siyasi taleplerine uygun olarak hayata geçmiştir. Daha sonra çok sayıda değişiklik ve askıya alınma süreçleri yaşamış olan bu anayasa, Cumhuriyet kurulana kadar yürürlükte kalmıştır.
1921 Anayasası, milli mücadelenin kurtuluş sürecinin ürünüdür. Daha sonra ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız için, 1924 Anayasası ve sonraki anayasalarla devam edebiliriz. 1924 Anayasası Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin ilk anayasasıdır. Merkezi devlet idaresini esas alan bu anayasa, otoriter modernleşme üzerinden kurgulanmıştır. Bu kurgu daha sonra yapılan 1961 ve 1982 anayasalarında süreklilik göstermiştir.
1961 Anayasası, askeri darbe sonrası hayata geçirilmiştir. Bir yandan özellikle 1953 yılı sonrası otoriterleşen Demokrat Parti iktidarına karşı gerçekleştirilmiş olma, diğer yandan ise 1960’lı yıllardaki küresel ekonomi-politik ve sosyo-politik eğilimlerden etkilenme niteliğini taşımıştır. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere çok sayıda denge ve denetleme kurumu ihdas eden 1961 Anayasası, iki meclisli sistemi hayata geçirerek bir yeniliğe daha imza atmıştır. Dönemin küresel siyasetine uygun olarak temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bu anayasa ile Türkiye siyasetinin en çeşitli ve hareketli zamanlarına tanık olunmuştur.
1970’li yıllarda başgösteren petrol krizi ve sosyal refah devletinin sınırlarına ulaşılması kapitalizmi yeni arayışlara itmiştir. Amerika ve İngiltere ortaklığı ile uygulamaya geçen neoliberal politikalar hızlıca yerkürenin özellikle Amerika kampında yer alan ülkelerine sirayet etmiştir. Türkiye’de etkili olan neoliberal politikalar için iktisadi açıdan simgesel tarih 24 Ocak 1980 tarihidir. Bu tarihte Turgut Özal’ın öncülüğünde devreye konan 24 Ocak kararları Türkiye’nin neoliberal politikalara tam entegrasyonunu sağlamayı amaçlıyordu. Fakat 1970’li yıllardan 80’lere taşınan siyasi istikrarsızlık ve gerilimler, neoliberalizme entegrasyonu tehlikeye sokmaktaydı. Türkiye’de neoliberalizmin siyasal ve sosyal alanlarda uygulanması için 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve sonrasında inşa edilen rejimi beklemek gerekti.
Darbe gününden çok partili hayata tekrar geçilen 6 Aralık 1983 tarihine kadar darbe yönetimi, 669 yasa, 90 Kanun Hükmünde Kararname (KHK), 76 MGK kararı ve 3 MGK bildirisi olmak üzere toplam 838 yasayı uygulamaya koyarak yönetim sistemini temel niteliklerine kavuşturdu.
1961 ve 1982 tarihli anayasalar askeri müdahalelerden sonra yapıldıkları için asli kurucu niteliğe sahipti. 12 Eylül 1982 tarihinden sonra, birçoğu Avrupa Birliği ile uyum kapsamında olmak üzere, anayasada 19 defa değişiklik yapılmıştır. Hem bu 19 değişiklik, hem de 2007’de başlayan ve 2017’de yönetim sistemine geçişle tamamlanan anayasa değişikleri türev kurucu niteliğe sahiptir.
16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumla kabul edilen ve 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimleri ile hayata geçen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 1924 Anayasasından bu yana ilk defa yönetim sisteminde değişiklik yapmış, siyasi güç ve iktidarı yeniden dağıtarak -merkezde (yürütme erkinde) daha fazla toplayarak- rejime niteliğini vermiştir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yürürlüğe girmesinin üzerinden dört yıla yakın bir süre geçti. Yönetim sistemiyle oluşan toplumsal, iktisadi ve siyasi yaşam ayrışma bağlamında iyice derinleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile girilen dördüncü yıl olan 2022 yılı itibariyle Türkiye’de toplumsal ayrışmanın derinleşerek kültürel-ahlaki kodlarla yeniden tanımlandığı, ekonomik krizin gerek rejimin otoriter niteliği gerekse de sistemin yapılandırdığı karar verme mercileri sebebiyle büyüdüğü, demokratik siyasetin dost-düşman ikileminde kurulması ile siyasetsizlik alanına doğru itilmek istendiği bir ülke manzarası ile karşı karşıyadır.
Yeni bir anayasa, toplumun farklı kimlik ve kesimlerinin kutuplaşmadan uzak, yeniden bir araya gelebilmesinin umududur. Bu umudun gücünden dolayıdır ki, bugün Türkiye’deki tüm kesimler yeni bir anayasa talep etmektedir.
Her kültürel ve toplumsal topluluğun aidiyet sağlayacağı yeni anayasaya sadece kimlik/kültür/sınıf ekseninde bakmak mümkün değildir. Bilakis yeni anayasa, tüm farklılıkları gözeterek toplumsal meşruluğunu sağlayabilir. Öte yandan ülkenin mevcut tarz-ı idaresinin ekonomik, siyasal ve sosyal yaşama etkilerinin muhasebe edilmesi de yeni bir anayasaya dair oluşan talebi güçlendirir.
Bu kapsamda, bugün Türkiye’deki yeni anayasa arayışlarını ülkenin son dört yılda içinden geçtiği ekonomik, siyasal ve sosyal gerçekliklerden hareketle ele almakta fayda var. Ayrıntılarda boğulmadan birkaç güvenilir araştırma ve gösterge üzerinden ele alırsak, 2022 yılı itibariyle;
Ekonomi-politik: Krizin Ortasında!
Türkiye’de pandeminin etkisi ile iyice derinleşen; yoksulluk, işsizlik başta olmak üzere makro ve mikro göstergeleri içeren çok boyutlu bir ekonomik kriz devam etmektedir.
- 23 Haziran 2018’den (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildiği gün) Ekim 2022’ye kadar:
- İşsiz sayısı 3 milyon 57 binden yaklaşık olarak 7,6 milyon kişiye,
- Dolar 4,71 TL’den 18,4 TL bandına,
- CDS Primi 315 puandan 750 puan bandına,
- Dört kişilik bir hanenin açlık sınırı bin 714 TL’den 6 bin 889 TL’ye çıkmıştır.
- Başta Türkiye Varlık Fonu’na devredilenler olmak üzere kamu kurumlarının çoğu zarar etmektedir.
- Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre Türkiye 2021 yılı itibariyle 180 ülke arasında 96ncı sırada yer almıştır.
- Uluslararası Finans Enstitüsü’nün yayınladığı rapora göre Türkiye, 2020 yılında iflas sayısı artışında dünya genelinde birinci sırada yer alırken, gelişen ülkeler arasında borç oranı artışında ikinci olmuştur.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, karar alma süreçlerini kişi şahsında merkezileştirerek ve denge-denetleme mekanizmalarını devre dışı bırakarak ekonomik krizi derinleştirmiştir.
Krizin derinleşmesiyle birlikte kimlikler üzerinden ayrışan Türkiye toplumu, sınıf eksenli ayrışmanın derinleşmesine de tanıklık etmeye başlamıştır. Araştırmacı-Yazar Bekir Ağırdır’ın ifade ettiği üzere 2022 yılı itibariyle Türkiye’de sınıfsal gerilim yaşanmaktadır.
Öte yandan vurgulamak gerekir ki; Türkiye’deki kriz küresel gelişmelerden farklı olarak gelişmektedir. Özgün ve iç siyaset sebebiyle dünyadan ayrışan bir krizdir. Çünkü başta finans kapital olmak üzere her alanda, bu sistem hukuki ve siyasi öngörülebilirlik sunmamakta, bu durum da riski artırarak kar mantığını yüksek seviyelerde kurmaktadır. Sözgelimi Türkiye ekonomisinin en çok ihtiyaç duyduğu kısa vadeli dış finansman yatırımları, hukuki ve siyasi öngörülebilirlik düzeyinin düşük olması ve karar alma süreçlerindeki merkezilikten ötürü ancak yüksek kazanç ihtimali olduğunda risk almaktadır. İktidar ise bu riski yatırımcılar için kazanca dönüştürmek amacıyla daha fazla kazancın kapılarını aralayarak, Türkiye toplumuna mülksüzleşme, yüksek vergi, enflasyon vb faturaların çıkmasına neden olmaktadır.
Toplum ve Siyaset: Kutuplaşma Kopuşa Doğru Yol Alıyor!
İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından 29 ilde 18 yaş üstü nüfusunu temsil eden 4 bin 6 kişiyle yapılan “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması”, kutuplaşmanın geldiği ürkütücü seviyeyi göstermektedir. Araştırmaya katılanların yüzde 52’si Türkiye’de insanlar arasında görüş ve davranış farklılıklarının artığını düşünmektedir. Araştırmaya göre AKP ve MHP taraftarları toplumda daha üstün bir konumda olduğu kanısına sahipken, HDP taraftarları dışlanma duygusunu daha fazla hissetmektedir. HDP taraftarlarının yüzde 55’i iş başvurularında, yüzde 54’ü karakollarda, yüzde 50’si devlet dairelerinde, yüzde 40’ı üniversitelerde, yüzde 38’i hastanelerde ya da lüks mağazalarda ve yüzde 32’si sokakta kötü davranışla karşılaştıklarını söylemektedir. CHP taraftarlarının görece daha fazla kötü davranışla karşılaştıklarını söyledikleri yerler, yüzde 22 ile iş başvuruları, yüzde 18 karakollar ve yüzde 17 devlet daireleridir.
TurkuazLab tarafından 2020 yılı Kasım ve Aralık aylarında gerçekleştirilen “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları 2020 Araştırması” da Türkiye’de kutuplaşmanın ürkütücü seviyesine işaret etmektedir. Araştırmaya katılan insanların yüzde 74,9’u çocuklarının başka partinin taraftarlarından biriyle evlenmesini ve yüzde 66,6’sı çocuklarının başka parti taraftarlarının çocuklarıyla arkadaşlık etmesini istememektedir. Benzer şekilde katılımcıların yüzde 60,8’i ise kendini en uzak hissettiği partiye kendini en yakın hisseden biriyle komşu olmak istememektedir.
Bu araştırmalar kapsamında 2022 yılı itibariyle;
- Toplumsal kutuplaşmanın üçte iki gibi nitelikli bir çoğunluğa ulaşmak üzere olduğu belirtilebilir.
- Kutuplaşmanın iktidarın kurduğu dost-düşman söyleminden beslendiği ifade edilebilir.
- İktidarın siyaseti devlet bekası, bölünme, millet temsilciliği gibi onto-epistemolojik söylem ile kurması, siyasal olanın karşılıklı diyalog, farklı çözüm önerileri ve bir etkinlik alanı olmaktan çıkarmakta, aynılığa sevk ederek farklı olanı kriminalize etmektedir. Bu siyaset tarzı toplumun siyasetten etkilenerek ötekini tanımlamasına neden olmakta ve kutuplaşmayı derinleştirmektedir. Kuşkusuz ki, bu siyaset tarzı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin düğümlendiği yüzde 50+1 şartıyla doğrudan ilişkilidir.
Otoriterizme Zemin Sağlayan Yönetsel Mimari
Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasası ile merkezi iktidarı tahkim eden ve yeniden üretecek araçları sağlayan bir yönetim mimarisine sahip olmuştur.
Bu yönetim mimarisi temelde iki karaktere yol açmıştır. İlk olarak sağ, otoriter siyasi anlayışlar demokrasi söylemini kurgularına dâhil edebilmiş ve eksik demokrasi anlayışlarına rağmen toplumsal rızaya ulaşabilmişlerdir. İkinci olarak toplumsal-siyasal taleplere ve sosyal hak taleplerine karşı otoriter karşılamaları meşrulaştıracak tabuların üretilmesi yoluyla kamusal eylem ve iletişimin önü kesilmiştir.
Cumhuriyetin 1921 Anayasası ile esasına aldığı çokluk ve demokrasi anlayışı, 1924 yılındaki anayasa ile terk edilmiştir. Daha sonraki anayasalar 1924 anayasasının lafzını ve niteliklerini taşıyarak otoriterlik ve sağ siyaset arasında sıkı bağlar kurmuş ve devlet-toplum karşıtlığı üreterek, toplumsal itirazlara “beka” gibi tabular dolayımıyla baskı uygulanmasına ve belki de daha önemlisi bu baskıya nüfusun büyük çoğunluğunun sessiz kalmasını sağlayan meşruiyete zemin hazırlamıştır. Böylece otoriter politikalara toplumsal zemin sağlayan yönetsel mimari olarak merkezi iktidar, her daim Türkiye’deki siyasal rejim tartışmalarının merkezinde yer almıştır.
Aşırı merkezileşme, yönetime toplumsal katılımı oy sandığı ile eşitlemiş, bu durum sağcı ve otoriter lider ile partilerin demokrasiyi sandıktan ibaret görmelerine neden olmuştur. Bu yönüyle sağ otoriter siyasi anlayışlar, toplumsal meşruiyetlerini sandık dolayımıyla demokrasiye dayandırmış ve “milli iradeci popülizm” üretmiştir. Cumhuriyetin 1924 yılında demokrasi ile taçlanması yerine, merkezi iktidar ve kutsal devlet mottoları ile bütünleşmesi sağ-otoriter siyasi anlayışlara manevra alanı sunmuş ve rıza üretmelerini sağlamıştır. Oysaki 1921 Anayasası’nda yer alan çokluk ve yerelde kurumsallaşan demokrasi, Cumhuriyeti toplumsallaştırmaya yönelmişti.
Bu bağlamları ile gerek ekonomik krizin ortasında bulunma ve ortak gelecek vizyonunu muğlak hale getirecek şekilde kutuplaşmış bir toplumsal zemin, gerekse de yüz yıldır süren aşırı merkezi yönetim mimarisinin toplumda otoriter yönelimler üretmesi Türkiye halkı açısından bugünü tanımlamayı ve geleceğe dair ortak tahayyüller üretmeyi bir zaruret olarak göstermektedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yarattığı tahribatları tespit etmek ve bir geçiş süreci kurgulamak yönteme dair bir tartışma olsa da yeni anayasaya dair rotanın belirlenmesinde içeriğe de etki etmektedir.
Yeni Anayasa sadece toplumu etkilemekle kalmayacak, devletin nereye doğru evrileceğini de imleyecektir. Yani yeni anayasanın rotası sadece hukuki bağlayıcılığı olan bir metnin yönünü değil; Türkiye toplumunun nasıl bir geleceğe sahip olacağı mesajını da içerecektir. Bu yönüyle, yeni anayasa hem Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle aşırı kutuplaşan toplumsal yapı gibi güncel politik, hem de Kürt Sorunu başta olmak üzere tarihsel, sosyal, siyasal sorunların çözümünde çerçeve sunabilir. Mevcut koşullarda yeni anayasa yapılması hem reel politik, hem de 2018 yılından bu yana derinleşerek kopma noktasına gelen sorunlar açısından gereklilikler listesinin başında yer almaktadır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle “yasama”, yani halk egemenliğinin yönetime yansıması ve “yargı”, yani insanların topluluk olarak bir arada yaşamasını sağlayan adalet duygusu ve fikrinin sağlanması şeklindeki iki erkin, yürütme erkine bağlanarak bir yandan halk egemenliği pasifize edilmiş diğer yandan ise insanların bir arada yaşama ve devlet-toplum güven ilişkileri resesyona uğratılmıştır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin, ilk yüzyılda tahkim edilmeyen erklerin ayrımı ve eksik demokrasi üzerinden yükseldiği, bu yüzyıldaki araçları kullanarak iktidarını kalıcı hale getirdiği gerçekliğinden hareketle; iktidar olmayı yüzde 50+1’e endekslemesi siyaset yapma tarzını da daha fazla erkler birliği ile anti-demokrasiye yaslandırmasına neden olmuştur. Bu yönüyle, erkler birliği yönündeki eğilimin total hale getirdiği devlet iktidarına erişme, salt çoğunluğa erişme şeklinde realize olmuştur. Ortak yarar ve kamusal iyilik olarak siyaset anlayışı, yerini iktidarda kalma yarışına bırakmıştır. Böylece siyaset geneli sahiplenen normlar silsilesinin oluşturulması ve düzenlenmesi yerine, mutlak iktidarın belirlendiği bir savaşım alanı olarak tanımlanmıştır. Bu kapsamda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle siyaset, toplumun bilgi üreterek ortak iyi ve kamusal yararı sağlayan epistemolojik düzlem yerine, varlığa ve devamına dair kesinlik ve keskinlikler içeren çoğunlukçuluğu değer haline getiren ontolojik düzlemi esas almıştır.
Yeni Anayasa İhtiyacı
Politika yapıcılar açısından yeni bir anayasaya ilham veren üç unsur bulunur. Birincisi anayasa yapılacak ülkedeki siyasi mirastır. İkincisi anayasalar açısından küresel eğilimin belirgin özellikleridir. Üçüncüsü de anayasanın ülkedeki güncel ve/veya konjonktürel ekonomi-politik ve sosyo-politik sorunlara cevap verebilmesidir. Bu üç unsuru birlikte düşünmek, toplumsal rızayı alarak toplumu geleceğe taşıyabilecek bir anayasa vizyonunun olmazsa olmazıdır diyebiliriz.
Gerek iç ve dış gelişmelerin kritik bir aşamada olması, gerekse de iç toplumsal kesimlerin siyasete dâhil olması ve hak talepleri açısından 1921 Anayasasına giden süreç, siyasal iklim ve yönelimler açısından bugün de tartışılmayı hak etmektedir. 1921 yılında toplumsal kesimler bir araya gelerek otoriter ve padişahın gücünü aşırı tahkim eden anayasal monarşiden cumhuriyete geçişi sağladı ve mevcut kurtuluş sürecini kodifiye ederek bir toplumsal sözleşmeye ulaştı. Çünkü söz konusu dönemde asli kurucu nitelik taşıyan bir sözleşmeye toplumsal ihtiyaç söz konusuydu, bugün olduğu gibi. Bu talep özellikle 1924, 1961 ve 1982’deki gibi üstten değil, milli mücadeleyi yürüten yerellerden, tabandan gelmekteydi. 1921 Anayasası öncesi süreçte, bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde olduğu gibi Parlamento işlevsiz hale gelmişti ve itibarını atacağı adımlarla tekrar tesis etmesi gerekmekteydi.
Söz konusu dönem ulus-devletlerin dünyayı hızla parsellediği, ulusal sınırlar ve piyasaların oluştuğu bir dönem olması itibariyle siyasi tarih açısından belirgin olarak farklı bir sürece işaret etmekteydi. Yine milli mücadelenin başlangıcı ile 1. Dünya Savaşı’nın bitişi sonrası ulus-devlet inşa sürecinin hızlanması arasındaki paralellik, bu dönemin pusulası olan Wilson İlkeleri esasında okunmaya muhtaçtır. Bu ihtiyacı giderecek bir okuma, hem küresel trendi yakalayan bir siyasal aklı görecek hem de küresel trendin içerideki kurgu açısından önemini kavrayacaktır.
Tarihsel benzerlik açısından günümüzde neoliberalizmin tıkandığı, küreselleşmecilik-ulusalcılık denkleminde küreselleşmecilerin güçlendiği ve siyaseti dizayn etme potansiyellerinin bulunduğu momentten geçmekteyiz. Bu momentin bir sureti olarak The Great Reset (Büyük Yeniden Başlatma) gibi küresel tartışmalar gerçekleşmekte ve bir yörünge arayışı devam etmektedir. Bu arayış kapsamında hem iktisadi hem de sosyo-politik bir proje olarak neoliberalizmin sürdürülebilirliği tartışmaya açılmıştır. Doğaya zarar veren kar hırsı, gelir dağılımında adaletsizlik, sosyo-politik sorunların süreklileşmesi ile demokrasi dışı reflekslere zemin hazırlaması gibi birçok nedenden ötürü bu arayışlar derinleşmiştir. Covid 19 pandemisi ile bu arayışlara yeni boyutlar katılmıştır. Nitekim bu arayışlar sadece iktisadi alanın yeniden yapılandırılmasını değil, sosyo-politik alanın ve doğa-insan-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini de gerektirdiği için daha yapısal ekonomi politik değişimlere zemin hazırlamaktadır. Bu politik süreç kapitalizmin devam etmesi için Büyük Yeniden Başlatma gibi sermaye kesiminin planladığı çözümler kadar, demokrasiyi derinleştirmeye dönük toplumsal hareketlerin artan itirazlar ve kimlik mücadelelerinin yükselişi ile de görünür hale gelmektedir. Bu itibarla, Ukrayna Savaşının sınır-aşırı etkileri, Demokrasi Zirvesi, Atlantik Paktının yenilenmesi ve daha birçok gelişmeyle 2022 yılı itibariyle farklı bir küresel politik süreç içerisindeyiz.
1920’li yıllar ile günümüz arasındaki benzerlik, merkezi iktidarın tüm güç dengelerini kendi lehlerinde belirlemeye dönük aşırı talepkarlığıdır. Söz konusu iki dönemde kurumsal ufuklar ve mekanizmalar farklı olsa da esasında güçler dengesinin bozulmak istenmesi açısından benzerlik vardır. 1920’lerde çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun devamını sağlamak için Sultan, İslamcılık projesine yaslanmış ve bu projenin mutlak egemeni olarak kendisini konumlandırmıştır. Böylece İslam âleminin Osmanlı İmparatorluğu ve Sultan’ın etrafında kenetleneceği iddia edilerek, toplumsal mutabakat dinsellik üzerinden devreye konmuştur. Buna karşın yerelden örgütlenerek bir araya gelen ve merkezi devlet, Cumhuriyet, parlamento kavram setleri etrafında organize olan bir anlayış belirmiştir. Sultanlık çizgisine karşı olan “halkçılık çizgisi” güç dengesini sağlamaya dönük olarak 1921 Anayasasını devreye koymuştur. Nitekim bugün de İkinci Yüzyıla uygun bir küresel vizyon, içeride yenilenmiş ve güçlendirilmiş bir toplumsal mutabakat gerekliliği hem anayasa tartışmaları ile kendisini göstermekte hem de bu değişim gerekliliğine dair duyguları güçlendirmektedir.
Tarihe indirgemeci yaklaşmaksızın, 1921 Anayasası için ekonomi-politik ve sosyo-politik zeminlerin bugünle benzeştiği bir tarihsel miras olarak bakabiliriz. Elbette ki, söz konusu dönemin reel politiğine uygun olarak hazırlanan bu anayasayı kopyalamak değil, ama bu anayasada yer alan bazı çerçeve özellikleri bugüne taşımak tarihsel mirası sahiplenmek ve buradan bir yol açmak mümkündür. Bu sebeple 1921 Anayasası 2.0 demek daha uygundur.
Böylesi bir ilham kaynağı aynı zamanda Cumhuriyetin ilk yüz yılındaki başarısızlıkları, derinleşen sorunları ve bunlara dair çözüm önerilerini de tekrar düşünmeyi gerektireceği için de faydalı olacaktır.
1921 ANAYASASI 2.0
1921 Anayasası 2.0 tartışmasının bugünkü yeni anayasa arayışlarına katkısını tartışmadan önce 1921 Anayasası’nın kendisini var eden süreci kısaca da olsa tekrar hatırlamakta fayda var.
1921 Anayasası dönemi açısından son derece çağdaş bir anayasaydı. Bu anayasa ile devlet-toplum ilişkileri modernlik içerisinden kurulmakta, küresel olarak gelişen anayasacılık dalgasına Türkiye’den cevap olmaktaydı. Öte yandan bu anayasa yine küresel gidişat ile uyumlu olmak üzere ulus egemenliğine dayalı yepyeni bir anayasaya işaret etmekteydi. Böylece anayasacılık tarihinde keskin bir dönüşüme ve yeni bir devlete işaret etmekteydi.
Bu yeni devlet merkezi devletlerin tümünde olduğu gibi birlik-üniterlik şeklinde mimarize olmuştu. Üniterlik, Latince unitas kavramından gelmekte ve “birlik” olarak çevrilmektedir. Üniterlik 1924 Anayasası sonrası şekillenen Cumhuriyet siyasasında teklik ve aynılık ile özdeşleştirilmiştir. Özellikle ulusal kimlik inşasında teklik ve aynılık üniterliği tanımlamanın amentüsü olmuştur. Oysa birliğin tekler ve aynılar arasında sağlanması otoriter bakış açılarına kapı aralar. Bunun yerine birliği, farklılıkların ittifak kurarak bir araya gelmesi olarak tanımlamak demokrasi için gereklidir. Bunun yolu da devlet çatısı altında “birleşmek”, kurma anlamındaki anayasa ile birlik haline gelmenin karşılıklı taahhütlerini oluşturmaktır. Yani Türkiye’deki ulusal kimliğin inşasında üniterlik bir aynılık ve teklik perspektifine teslim edilmiştir. Hâlbuki farklı kimlik ve kültürlerin bulunduğu Türkiye toplumunda -ki çokluğu toplum olarak bir araya getirmenin de yoludur- çokluğun birliğini sağlamak hem kimlikleri esas alan çağdaş siyaset anlayışının gerçekleştirilmesi hem de kutuplaşmanın azaltılması açısından önemli bir noktada durmaktadır.
Çokluk için birliğin çağdaş anayasası olarak 1921 Anayasası’nın referans metni, bizatihi Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan Halkçılık Beyannamesi idi. Beyanname Mustafa Kemal’in Nutuk’ta belirttiği üzere, 1921 Anayasası’nın omurgasını oluşturmuş; bir anlamda 1921 Anayasası’nın akli, ruhi ve felsefi özünü serimlemiştir.
Halkçılık Programı “Teşkilat-ı Esasiye Lahiyası” adı altında 18 Kasım 1920’de görüşülmeye başlanarak 20 Ocak 1921 tarihinde “1921 Anayasası” diye bilinecek şekilde kabul edilmiştir. Mustafa Kemal Nutuk’ta 1921 Anayasası ile ilgili şunları belirtmiştir: “Muhterem Efendiler, bu telgrafımda temel maddeleri bildirilen Anayasa; bu tarihten, daha on gün önce yani 20 Ocak 1921 tarihinde Meclisten çıkmıştır. Meclisin ve millî hükûmetin durum ve yetkisini ve biçim ve niteliğini saptayıp belirten ilk kanundur.” Bunun yanı sıra Mustafa Kemal, Nutuk’ta, 1921 Anayasası metnini oluşturan programa işaret ederek: “Efendiler, bu açıklamalardan bir hafta evvel, ben de Meclise bir proje vermiştim. 13 Eylül 1920 tarihli olup siyasal, toplumsal, yönetimsel, askerî görüş açılarını özetleyen ve yönetim örgütleri hakkındaki kararları içeren bu program, Meclisin 18 Eylül 1920 günkü toplantısında okundu. İşte, bu tarihten, daha dört ay geçtikten sonra kabul edilen ilk Anayasa, bu programdan çıkmıştır” demiştir. Dolayısıyla hukuk tekniği açısından her ne kadar tali kurucu anayasa olarak kabul edilmesi gerekse de 1921 Anayasası siyasal alan açısından bir ilk Anayasa, bir kurucu egemenlik ve yeni bir toplumsal mutabakattır.
Bu ilk anayasa ve yeni bir toplumsal mutabakatı, yani 1921 Anayasası’nı ortaya çıkaran siyasal zemin ise, Bülent Tanör’ün Yerel Kongre İktidarları dediği yapıların bir arada olmasına, birlik kurmalarına dayanmaktadır. Bu süreç, ilk Meclis olan Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) toplanmasına kadar ilerlemiş ve 1921 Anayasası’nın yapılmasında rol oynamıştır.
1921 Anayasası’nda üç temel unsur öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki yerinden yönetime verilen önem, ikincisi anayasayı yapan BMM’nin farklı kimlikleri içerisinde barındırması, üçüncüsü ise küresel güç dengeleri içerisinde kendine özgün bir pozisyonu yaratabilmesidir. Bu üç temel unsur ile birlikte 1921 Anayasası, kurtuluşun toplumsal sözleşmesi haline gelerek birlikte mücadeleyi mümkün kılmıştır.
1921 Anayasası yerel kongre iktidarlarını bir araya getirmesine uygun olarak anayasanın içeriğinde, güçlü bir yerinden yönetim niteliği barındırmıştır. 1921 Anayasasından sonra bir daha hiçbir anayasada yerinden yönetim düşüncesi yer almamıştır. 1921 Anayasası’nın 24 maddesinin 14 maddesi yerinden yönetime ayrılmıştır. Yerel yönetimi düzenleyen maddelerin görüşmelerinde, anayasa taslağı ile kanunlaşan hali arasında muhtariyetin “tamiyle” sağlanması tartışmaları yaşanmış ve “tamiyle muhtariyet” yetkisinin bağımsızlığa götüreceği kaygıları bazı mebuslar tarafından dile getirilmiştir. Bu kaygılardan ötürü taslaktaki “tamiyle” ibaresi çıkarılmıştır. Hatta Umumi Müfettişlikler Anayasa’da düzenlenerek muhtariyetin fiili olarak “tamiyle” gerçekleşmesinin önünde bariyer olarak yerleştirilmiştir. Buna rağmen Anayasadaki son hali ile yerel kurumların seçime dayalı tüzel organlardan oluşması ile icrai karar alabilme ve uygulama yetkilerinin bulunması gibi sebeplerle devlet sistemi içerisinde asli ve genel bir yapı olduklarını söyleyebiliriz. Bu asli ve genel yapı 1921 Anayasası ile birçok alanda icra etme yetki ve potansiyeline sahip olarak anayasayla hukuki güvence altına alınmış, devlet sistemi içerisinde asli bir yer verilmiştir. Taha Parla, 1921 Anayasasındaki yerinden yönetimi esas alan maddeleri “neredeyse federalist bir yaklaşım” olarak tanımlamıştır. Bu kapsamda dönemin çok kimlikli siyasi karar vericilerinin kaygıları dikkate alınmış ve merkezi iktidarın sınırlandırılması, yerinden yönetimin güçlendirilmesi ile sağlanmıştır. Aynı zamanda yerel kurumların aşırı güçlenmesine de önlemler alınarak üniterliğin (birliğin) devamı açısından dengelenme sağlanmıştır. Dolayısıyla merkez-yerel ilişkileri denge ağları içerisinde işlevsel kılınmıştır.
1921 Anayasası’nı anlamak için iki noktaya daha dikkat çekmek gerekir. Bunlardan ilki Anayasayı yapan BMM’nin çok çeşitli ve farklı kimlikleri içermesidir. Bu çoğulculuk Anayasanın içeriği ve ruhuna sirayet etmiştir. Diğer gelişme ise Anayasa yapılırken küresel güç dengelerinin gözetilmesi ve gerek Halkçılık Beyannamesi’nde gerekse de kanunlaşan 1921 Anayasası’nda Sovyetler ve kapitalist dünya dengesinin tutturulmasıdır. Bu yönüyle de hem içerideki çoklukları gören hem de küresel güç ilişkileri içerisinde özgün bir pozisyon üreten bir Anayasa yürürlüğe girmiştir. Bunun yanı sıra söz konusu özgün konum, dönemin anayasacılık dalgası ile uyumlu şekilde Meclis ve Anayasayı var etmek suretiyle tamamlanmıştır.
1921 Anayasası gerek öncesinde toplumsal kimliklerin çokluğunun Müslüman nüfusla homojenize edilmesi, gerek Meclis hükümeti şeklinde örgütlenmesi, gerekse de Mustafa Kemal’in taraftarlığına rağmen kurucu anayasa olarak kabul edilmemesi açısından birçok eleştiriyi gerektirmektedir. Öte yandan Halkçılık Beyannamesi’nin 1921 Anayasasına dönüşürken geçirdiği “müfettişliklerin ihdası” gibi demokratik açıdan geriye gidiş olarak adlandırılabilecek değişimler ve anayasanın uygulanamaması başka açılardan ele alınmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla 1921 Anayasasını, idealleştirmeden güncel siyasi gündeme müdahale imkânı olarak görmek suretiyle bir “imkân referansı” olarak ele almak ve anayasanın vereceği çerçeve önerileri eleştirisi ile birlikte düşünmek faydalı olacaktır.
İkinci Yüzyılda 1921 Anayasası 2.0 ve Güncele Müdahalenin Tarihsel Kaynakları
Aradan geçen yüzyıllık süreçte Türkiye toplumu demokraside kesintilere, kargaşalara ve siyasal, iktisadi, sosyal sorunların derinleşmesine tanık oldu. Geçmişin gölgesi altında demokratik bir anayasayı yapmak için siyasi mirası esas alan, küresel eğilimleri politika yapım süreçlerine katan ve güncel/konjonktürel sorunlara çözüm arayan bir politik hat oluşturmak gerekir. Çünkü Türkiye toplumundaki kutuplaşma onarılması zorunlu bir düzeye gelmiş, küresel olarak popülist liderler için çanlar çalmaya başlamıştır. Ayrıca neoliberalizmin krizi sürdürülemez hale gelmiş ve güncel/konjonktürel sorunlar hem içeriden baskı hem de ülke dışındaki değişimlerin etkisi ile çözümü zorunlu kılan noktaya gelmiştir.
Alternatif bir yönetim sistemi sunması ve bu yönetim sisteminin demokratik bir rejimi çağırması, küresel eğilimlerle pozitif olarak birleşmesi ve güncel/konjonktürel sorunlara çözüm potansiyeli açısından 1921 Anayasası 2.0 bir kez daha gündeme alınabilir. Bu kapsamda;
Küresel Trend Açısından
Küresel eğilim, popülist liderlerin 2008 yılından beri yükselişte olan grafiğinin tersine dönebileceğini, çünkü bu liderlerin halka verdiği sözleri tutamadığını göstermektedir. Öte yandan aşırı merkezileşmenin siyasi sembolü olan popülist liderler, Covid 19 pandemisi ile sınıfta kalmıştır. Erk ve yetki paylaşımının yerellere doğru aktığı, sivil toplumun siyaset üretimi ve uygulamasına katılabildiği demokratik ülkelerde pandemi ve etkileri ile daha güçlü mücadele edildiği görülmüştür. Pandemi süreci başta olmak üzere yetkiyi tek elde toplamak için yerel erkleri bertaraf etmek isteyen ABD ve Türkiye gibi popülist lider deneyimi, salgının sağlık ve ekonomiye etkilerini yönetememiş, yerel erklerin daha güçlü olduğu ABD’de bu tıkanma yerel yönetimlerin yetkilerine dayanılarak bir nebze aşılırken, Türkiye’deki sistemde tam bir tıkanma yaşanmıştır. Sözgelimi doğal afetler ve pandemi gibi salgınlara aşırı merkezi iktidarların müdahale zamanlamaları ve araçları, söz konusu afet ve salgınların maddi ve toplumsal maliyetini arttırmıştır. Buna karşın yerellik düzeyi arttıkça ihtiyaçlar daha isabetli şekilde tespit edilmiş, dayanışma ağları daha güçlü kurulmuş ve karar alma zamanlamaları kısalmıştır. Türkiye’de muhalefet belediyelerinin pandemi yardımları hususunda başarısı oranında engellenmesi, aşırı merkezi iktidarların siyasi çıkar amacıyla hareket ettiğinde topluma daha fazla maliyet çıkardığını göstermiştir.
Pandemide demokratik ve katılımcı rejimler, bilimsellik gerektiren yönetim sürecini sivil toplum ve meslek örgütleri ile paylaştıkça daha başarılı olmuş, öte yandan demokratik olmayan rejimlerin pandemi tedbirleri gerekçesi ile yarattığı baskı rejimlerini topluma yaşatmamıştır. Bu yönden Almanya ve Çin karşılaştırması oldukça önemlidir. Her iki ülkede de güçlü yerel yönetimler söz konusudur. Biri demokratik, diğeri otoriter rejimle yönetilen bu iki ülke de salgının yayılımı karşısında etkili politikalar izlemiş, toplumsal kesimler pandemiye karşı ekonomi ve sağlık alanında daha güçlü korunmuştur. Fakat Çin, otoriter rejimi sebebiyle gözetim ve disiplin toplumu uygulamalarını derinleştirmiş, resmi kimlikten farklı olan kimlikleri korumak için tedbir almamıştır. Almanya’da ise tedbirler, temel hakları askıya almamış, ekonomi ve sağlık alanında toplumsal kesimler etkili bir şekilde korumuştur. Almanya ve Çin mukayesesine merkezilik ve otoriterlik bağlamlarında Türkiye’yi kattığımızda, pandemi sürecinin iyi yönetilemediği, yerellerde iyi yürütülen süreçlere siyasi saiklerle müdahale edildiği, pandemi gerekçe gösterilerek iktidara karşı itirazların sönümlendirildiği ve denetleme ağlarının genişletildiği görülmektedir.
Dolayısıyla Covid 19 pandemisi merkezi iktidarın sınırlandırılması gerekliliğini daha açık ortaya koymuş, toplumsal yaşamın popülist liderlerin insafına bırakılmayacak kadar önemli süreçlerle sınandığını deneyimlemiş ve yerelden ihtiyaç tespitleri ve yardımlaşmanın daha etkili olduğunu göstermiştir.
Çokluğun Temsili ve Kutuplaşmanın Birarada Siyasete Transfigürasyonu
1980’den sonra dünya ve Türkiye siyasetinde farklı ve çoklu kimlikler giderek daha fazla kamusal görünürlüğe sahip olmakta ve hak taleplerinin meşruluk çıtasını yükseltmektedir. Dolayısıyla gerek parlamentoda temsil, gerekse de temsilde adalet açısından tüm kimliklerin temsilini sağlayan bir yönetim sistemine ve siyasi-hukuki kurallara ihtiyaç vardır.
Tüm kimliklerin temsil edilebildiği bir Meclis, çoğulculuğun merkezi olarak güncel/konjonktürel sorunların başında gelen toplumsal kutuplaşmanın soğurulmasını sağlayabilir. Türkiye siyasi tarihinde toplumun uzun süre rıza gösterdiği Meclis, siyasetin merkezi haline gelerek siyaset kurumuna itibarını geri verebilir.
1921 Anayasası’nı kurucu hale getiren temel siyasal özelliğin BMM’nin çoğulcu yapısı ve dolayısıyla olabildiğince her kesimin temsil edilmesi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, aşırı kutuplaşmış bir toplumda çözümün izini sürmek adına 1921 Anayasası’na dönmek ve bu anayasayı bir “ilk anayasa” haline getiren çokluğu bir kez daha düşünmek gerekir.
Denge ve Denetleme Ağları
1921 yılı itibariyle söz konusu dönemin çağdaşlık göstergesi, devletlerin anayasa ve parlamentosunun olmasıydı. Bugünün ruhu denge ve denetleme ağlarının güçlenmesi, demokrasinin sandığı aşarak çeşitli mekanizmalarla güçlenmesi ve halk tarafından icra edilmesidir. Bu kapsamda, denge denetleme ağlarını kurumlar/elitler, seçilmiş iktidar/milli irade ikileminden çıkaracak şekilde sivil toplum örgütleri ve meslek örgütlerini eşit paydaş olarak dahil etmenin yolları bulunabilir. Böylece hem üçüncü taraf olarak sivil toplum denge ve denetleme ağlarının içerisine eşit paydaş olarak girmiş olacak, hem de seçilmiş iktidar/milli irade, kurumlar/elitler siyasal söylemi boşa düşürülerek denge ve denetleme yasal-ussal şekilde sağlanmış olabilecektir.
Gerek ilk yüzyılda gerekse de ikinci yüzyılda tek kişide merkezileşmiş iktidarın sınırlanması temel problemlerden biridir. İlk yüzyılda iktidarın sınırlandırılması parlamentonun öne çıkarılması şeklinde gerçeklemiş, daha sonraki süreçlerde kuvvetler ayrımı devreye konmuştur. İkinci yüzyıla girerken benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Bu soruna karşı parlamentoyu güçlendirmek, kuvvetler ayrımını seçim sandıklarından çıkan güç paylaşımına endeksli olmayacak hale getirmek gerekmektedir. Öte yandan merkezi iktidarın sınırlandırılması için kilit öneme sahip olan yerinden yönetimi üniter yapı içerisinde bir kez daha düşünmek şarttır.
Çoklu ve Ortak Yarar Olarak Yerinden Yönetim
Yerinden yönetim, üniterliği de içerecek şekilde merkezi iktidarın sınırlandırılması ve bu sınırlandırmayı yerel halka, yani demosa dayandırarak yapar ve böylece güçlü bir denge-denetleme mekanizması olarak öne çıkar. Sadece Anayasa Mahkemesi ve üst kamu kurumlarına dayanan sınırlandırma çabası demokrasiyi eksik kılar ve merkezi iktidarın popülist söylem üretmesine neden olur. Oysa kuvvetler ayrımının kurumların yanı sıra yerinden yönetim, yani erk paylaşımı ile güçlendirilmesi hem demokrasi eksikliğini giderir, hem de çokluğu var ederek ortak yararı güçlendirir. Demokrasinin çokluğunu, Cumhuriyetin kurumsal gücü ile buluşturmak ortak yarar için vazgeçilmezdir.
Yerinden yönetimin güçlendirilmesi, iktidarın sınırlandırılması ve parlamenter sistemin demokratikleşmesi için gerekliliktir. Bunun yanı sıra yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ortak yarar ve Kürt kimlik sorunu gibi çokluğun reddinden kaynaklanan tarihsel sorunların çözümü için kilit roldedir. Çokluğu dahil eden yeni bir ulusal kimlik, bugün Türkiye’ye giydirilmek istenen kökten Türkçü ve İslamcı kimliğe de alternatif olabilir ve siyaseti ontolojik düzlemden epistemolojik ve değerlerin geçer akçe olduğu bir düzleme taşıyabilir.
Bu düzlemde siyaset Cumhuriyeti, kimliklerin keskinliği ve mücadele arenası olmaktan çıkararak, demokratik zemine yerleştirecektir. Böylece 21. yüzyılda ihtiyaç duyulan cumhuriyet ve demokrasi buluşmasına katkı sağlanacaktır.
Ekonomi-politik Krizi Yeniden Düşünmek
Pandeminin de etkisi ile küresel iktisadi arayışlar hızlanmıştır. Bir ekonomi-politik ve sosyo-politik program olarak neoliberalizmin gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluk, eşitsizlik başta olmak üzere birçok açıdan sürdürülemez olduğu bizatihi kapitalist güçler ve sermaye sınıfı tarafından kabul edilmektedir. Bir kriz durumunu imleyen bu kabullenme, arayışları da beraberinde getirmektedir. Bu kapsamda, 2022 yılının gerektirdiği ekonomi-politik ile çerçevelenmiş ve solidarizme dayanmayarak sınıfsal farklılıkları kabul eden bir halkçılık güncellemesine ihtiyaç vardır. Sadece sınıflar arasındaki gerilime değil, kimlikler arası eşitsizliklere, doğa-insan ikilemine ve cinsiyet farklarına da odaklanan bir sosyal haklar programına ihtiyaç vardır. Böylesi bir ihtiyacın giderilmesi hem küresel akıntıya karşı kulaç atmamayı hem de güncel/konjonktürel ekonomi-politik krize cevap vermeyi getirebilir.
Öte yandan Cumhuriyetçi ilkenin zemini yurttaşlık üzerine kuruludur. Post-pandemi dünyasının yurttaşlık üzerine tekrar düşünmeyi çağırdığı, neoliberal dönemde aşınan yurttaşlık haklarının sosyal ve iktisadi açılardan genişleyerek yeniden gündeme geldiği bu dönemde Cumhuriyetçi ilke oldukça güçlü bir bagaja sahiptir. Dolayısıyla post-pandemi dönemi açısından yurttaşlık hakkı ile cumhuriyetçi ilke arasındaki bağlar güncellenmeye uygun ve muhtaçtır.
Sınıf ile kimlik mücadelelerinin birbirini ittiği fikri dönemden, ikisinin birbirini beslediği bir fikri döneme geçildiği göz önünde bulundurulmalıdır. Yoksullaşma, eşitsizlik ve adaletsizlik evrenselleşme eğilimindedir. Dolayısıyla sınıf ve kimlik aidiyetleri birbirini itmemekte, sermaye çok dar bir grupta yoğunlaşırken, yoksullaşma evrensel bir olgu haline gelmektedir. Ekonomi-politiği bu bağlamlarda bir kez daha düşünmek ve halkı eşitlik, adalet, özgürlük eksenlerine çağırmak gerekmektedir. Bunun için de kurumsal taahhütler vermek garanti sağlayabilmekte, toplumsal mutabakat olarak anayasalar bu garantilerin ete kemiğe bürünmüş hali olabilmektedir.
SONUÇ YERİNE: İKİNCİ YÜZYILA GİRERKEN YENİ ANAYASA
RİSKLER VE UYGULAMA ÖNERİLERİ
İkinci Yüzyıla girerken Türkiye toplumu ekonomik krizden dolayı ciddi bir çözülme, siyasi ve toplumsal gerilimlerden ötürü ise aşırılaşmış bir kutuplaşmayla karşı karşıyadır. Bu tehlikeli durumun kaynağında yönetim sistemi ve siyasal rejimin niteliği bulunmaktadır. Denge-denetleme ağlarının yok sayıldığı, politik kararların tek elden alındığı öngörülemezlik halesine sarılı bir yönetim sistemi ve tarihsel kökleri olmakla birlikte bu sistemden türeyen eşitsizlik ve adaletsizlikler ile demokrasi ve özgürlük eksikliği İkinci Yüzyıl öncesi ciddi riskleri ortaya çıkarmaktadır.
Ekonomik krizin yaratabileceği hasarlarla büyüyebilecek bir kutuplaşma zemini, Türkiye toplumunun iç yaşamını tehdit ederken, bölgesel ve küresel değişimlere karşı ayak direyen mevcut otoriter rejim, içeride oluşması ihtimal riskleri harlamaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’de siyaset kurumun etik ve politik sorumluluğu, İkinci Yüzyıl’a girerken yeni bir toplumsal sözleşmeyi, asli kurucu niteliklerini geçmişle yüzleşerek ve oradan ilham alarak, küresel eğilimlere uygun şekilde oluşturmaktır. Hak talebinde bulunan toplumsal kesimler arasında bağlantı kurarak, ortak paydada demokratik ve alternatif bir karşı hegemonya inşa etmek gerekmektedir.
Farklılıkları aynılık değil, özgünlüklerin birlikteliği çatısı altında değerlendirerek tüm toplumsal kesimleri bir araya getirecek bir hegemonik söylem arayışı, ekonomi-politik ve sosyo-politik kriz anlarında her zaman büyük etki yaratabilme potansiyeline sahiptir.
Bu kapsamda;
- Reel politiği esas alan bir manifesto metni yayımlanmalıdır. Bu manifesto metni, toplumun kimlik-sınıf eksenindeki tüm kesimlerine seslenen, bu kesimlerin belleklerindeki tarihsel tehdit-kaygı-sorunlarına ışık yakan çağırıcı bir içeriğe sahip olmalıdır. Bu başarıldığı ölçüde, toplumun farklı kesimleri yeni anayasa hususuna dikkat kesilecek ve toplumsal taleplerini eklemleyebilecekleri bir süreç işler hale gelecektir. Özcesi, İkinci Yüzyıla girerken devlet-toplum ilişkilerini açıklayan bir manifesto metninin kamuoyu ile duyurulması,
- Geleneksel ve sosyal medyada “Tarihsel Perspektiften Nasıl Bir Yeni Anayasa?” temalı ve İkinci Yüzyıl Anayasası programlarının yapılması,
- Popüler kültüre eklemlenecek ve popüler figürler üzerinden “Neden Yeni Anayasa” temalı kısa videoların sosyal medyada yayılması,
- Toplumsal ve ekonomi-politik kutuplaşmanın aşılması için anayasanın önemine dair medya-sosyal medya programları ve reklamlarının yapılması,
- Kuşaklar değiştiği ölçüde görsel öğrenme ve görsel ile kanaat oluşturma potansiyeli her geçen gün gelişmektedir. Bu potansiyeli yeni anayasa üzerinden gerçekleştirmek için tarihsel olayları demokratik potansiyelini açığa çıkaracak şekilde yorumlayan kısa film-filmlerin yapılması,
- Bilimin otoritesinin esas alınarak eşit temsilli 1921 Anayasası’nın hem tarihsel hem de güncel değerinin ayrıntılı ele alınacağı “İkinci Yüzyıl Anayasa Komitesi” oluşturulması, bu komitenin somut çıktılara odaklanarak halktaki motivasyonu ve inandırıcılığı artıracak şekilde bir çalışma takvimine sahip olması,
- İkinci yüzyıla girerken nasıl bir ülke isteniyor sorunsalı etrafında plan ve programı belirlenecek şekilde Demokratik Sivil Toplum Ağının kurulması ve bu ağın çalışmalarını yaparak kamuoyu ile paylaşması,
- “Yerel Kongre İktidarları ile İkinci Yüzyıla” adı altında her kentte bir buluşmanın yapılması ve kentin bileşenleri ile birlikte temel hatları kapsamında İkinci Yüzyıl Anayasasını tartışması, tartışmalardan süzülen bir raporun kamuoyu ile paylaşılması,
- Siyasi Partilerin katılımıyla İkinci Yüzyılı kurgulayan güncel/konjonktürel ekonomi-politik ve sosyo-politik konularda sözlü-yazılı ortak bir Değerler Bildirgesi imzalanması,
- İlk yüzyılda yaşananların doğru tespit edilmesi, tarihin bir kurgu alanından çıkarılarak temel öğrenime uygun şekilde aktarılması için “İlk Yüzyılda Ne Oldu?” adıyla geçmişle yüzleşmeyi içeren akademik bir çalışma planlanması ve çıktılarının kamuoyu ile paylaşılması ve benzeri öneriler geliştirilip hayata geçirilebilir.
Her bir öneri çok sayıda faydaya işaret etmekle birlikte, genel olarak İkinci Yüzyıl’a dair kamusal bir ilginin gelişmesini sağlayacak, katılımcı politik aktörlerin bir tahayyülünün var olduğunu gösterecek ve iktidar bloğunun 2023 Vizyonu adı altında boş gösteren olarak tarif ettiği ve toplumsal talepleri, arzuları ve istekleri eklemlediği hegemonik projesine alternatif demokratik bir hegemonya arayışını var edecektir.
Unutulmamalıdır ki, bugün yalnızca çoklukların kamusal görünürlüğü ve haklarının tesis edilmesinin eksikliğini değil, aynı zamanda Cumhuriyeti halktan uzaklaştırarak ülke ve devletin halka ait olduğu fikrini bir çıkmaza sokan yaklaşımı aşmamız gerekir.
Bu fikrin aşılması aynı zamanda iktidar bloğunun demokratik değerlerle sınanmasını getirerek demokrasiye, adalete ve özgürlüğe dair doğal sınırlarını ortaya çıkaracaktır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
- Akın Rıdvan (2014), TBMM Devleti (1920-1923) Birinci Meclis Döneminde Devlet Erkleri ve İdare, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
- Akın Rıdvan (1992), Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Layihasının Müzakeresi, İstanbul Barosu Yayını, Yaylacılık Matbaası, 343-359.
- Bekir Ağırdır (26 Eylül 2022), Bekir Ağırdır: AK Parti’nin çekirdek seçmeni yüzde 22-26 aralığına geriledi, sempatizan seçmenin neredeyse tamamı partiyi terk etti, https://t24.com.tr/video/bekir-agirdir-ak-parti-nin-cekirdek-secmeni-yuzde-22-26-araligina-geriledi-sempatizan-secmenin-neredeyse-tamami-partiyi-terk-etti,50112
- Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1995), Nutuk (Söylev), Çevirmen: Bedi Yazıcı (Güncel Türkçeye sadeleştiren), Süryay Sürekli Yayınları, İstanbul.
- Kaynar, Kaan Mete (2017), Anayasa, Yasama, Yürütme ve Yargı, Siyaset iç., Ed. Yüksel Taşkın, 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
- Mbembe Achille (2019), Zenci Aklın Eleştirisi, Çev. Özge Arasan Simon, Volkan Çandar, İletişim Yayınları, İstanbul.
- Parla Taha (2016), Türkiye’de Anayasalar Tarih, İdeoloji, Rejim 1921-2016, 6. Basım, Metis Yayınları, İstanbul.
- Sevinç Murat, Demirkent Dinçer (2017), Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası 1921 Anayasası ve Tutanakları, İletişim Yayınları, İstanbul.
- Tanör Bülent (2020), Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 33. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
- Deutsche Welle Türkçe (23.12.2020), https://www.dw.com/tr/türkiyede-kutuplaşma-farklı-siyasi-parti-taraftarları-ötekileştiriliyor/a-56042269 Erişim Tarihi: 1 Şubat 2021.
- Sözcü Gazetesi (27.12.2020), https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/turkiyede-surekli-buyuyen-bir-sorun-kutuplasma-6180150/ Erişim Tarihi: 1 Şubat 2021.